
Merhaba değerli dostlar,
öncelikle sağlık, afiyet ve iki cihan saadeti dileyerek sohbete başlayalım. Bu ayın yazısını, “Sadakat” (Doğruluk, içten/samimi ve güçlü bağlılık.) başlığında yazmayı diliyoruz.
“Allah, böylece sadık kalanları, doğruluklarına karşılık ödüllendirecek,…”(Ahzab 24.)
Ahir zamanın/modern çağın etkisi altında bazı ilke ve değerlerimiz unutuluyor.
Kadir kıymet bilmek, büyüklere hürmet etmek, sözünde durmak, sadakat ve edep/ utanma duygusu gibi insana yakışan, gerekirse uğruna ölünecek tüm erdemlerin sıradanlaşması ve çürümesi gibi.
“Utanç duymak bir insanın gönlünde şerefli bir yaşam sürme arzusu olduğunu gösterir; acı da iyi bir duygudur, çünkü incinen kısmın henüz çürümemiş olduğunu gösterir.” (Spinoza)
İnsanı hayatta tutan bazı şeyler vardır ki; bunlar, ümitle sırtını dayadığı, sözüne ve dostluğuna inandığı kimselerin sadakatine olan güvenidir.
Her zorluğa dayanabilen insanı karakış soğuğu değil, güven ve ümidin soğukluğu öldürür. Kıssada olduğu gibi…
Bir zamanlar bir Kral, dondurucu bir kış günü gecenin soğuğunda nöbet tutan bir muhafıza sorar: “Üşümüyor musun?”
Muhafız: “Ben alışığım kralım” der.
Kral: “Olsun, sana sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim” der ve gider.
Ancak bir süre sonra emri vermeyi unutur.
Ertesi gün duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini bulurlar. Muhafız duvara bir şeyler karalamıştır. Duvarda şunlar yazılıdır:
“Kralım, soğuğa alışkındım, fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü.”
İnsanın cevheri işin başında değil, ancak zamanla yaşayarak sınanarak -ne olup olmadığı- sonunda ortaya çıkar.
Bu denenmelerin bazıları makam, servet, şöhret gibi nefsin karşı koymakta zorlandığı şeyler;
Bazıları da yoksulluk, tehdit, işkence ve ölüm gibi nefse ağır ve kerih gelen şeyler.
İşte tam burada Ziya Paşa’nın, “İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah” sözlerini hatırlamak gerekir.
Efendimiz (sav.): “Ahdini bozan herkes için kıyamet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefâsızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” buyuruyor.
Hadisin başka versiyonunda, “Bu bayrağın vefasızlık ve ihanet derecesine göre yükseltilip ilan edileceğinden” bahsediyor. Yani, kiminin sancağında, “Hain” kiminin sancağında, “Sadık” yazacak ise, bu sancakların nakışları ve desenlerini şimdi burada kendi ellerimizle işleyip amellerimizle yazıyoruz.
Elli yılı aşkın bir davanın yarısını müşahede eden biri olarak ne savrulmalara şahit olduk. Mal/mülk, makam, şöhret ve esen sert rüzgârlar sadakat ve vefa iddiasında bulunan nicelerine diz çöktürdü. Her biri farklı farklı bahaneler ile savruldu gitti. İsterseniz büyük bir kayıp, isterseniz siz buna arınma deyin. Yaşayıp göreceğimiz her şeye hazır olmamız gerekiyor. Geçmişte yaşanan acıların her birine ayrı ayrı göz yaşı döktüğümüz gibi; nasıl olsa elbet bir gün gelecekteki de gelip üzecek diye peşinen şimdiden onlara da göz yaşı döktük. Daha neler gelecek ve göreceğiz bakalım.
Yaşlandıkça duyduğum hiç bir şeye artık (üzülsem de) şaşırmıyorum. Çünkü biliyorum ki, ‘İnsanoğlu’dan her halt beklenir.’ Buna en yakınlarımızda dâhildir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, kimi dava arkadaşlarından ihanet ve vefasızlık gördüğü gibi kimileri de evladından babasından, karısından-kocasından kadim dostlarından görüyor.
Yani arkadan hançerleyene, “Sende mi Brütüs?..” diyen Sezar’ın şaşkınlığı gibi bir şaşkınlık içine düşmeyeceğiz.
Efendimiz’in (sav.) değerlere olan kıyas ve fıkhı bizim fıkıh anlayışımızdan çok farklı işliyor sanki.
Örnek olarak, Hz. Muhammed (sav) Mekke’de iken Akabe denen yerde Medineli Ensar kendi namuslarını, canlarını korudukları gibi Peygamberimizi de her tehdit ve tehlikeye karşı korumak üzere bey’at ettiler.
Hicret ettiğinde de evlerini, işlerini, aşlarını paylaştılar. Onunla beraber canla başla savaştılar ve şehit oldular. Gün geldi Mekke fethedildi ve Ensar; “Artık Resulullah vatanını geri kazandı ve bundan sonra bizimle Medine’ye dönmez herhâlde.” diyerek bir kaygı ve üzüntüye düştüler. Bunun üzerine Efendimiz (sav.) “Ey Ensar!. Öyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınız; ölümüm de sizin yanınızdır.” buyurdular. Düşünün lütfen, Mekke’de doğmuş, orada büyümüş ve tüm hatıralarınızın bulunduğu yerdesiniz. Üstelik Allah’ın evi Beytullah’da orada ve doğduğunuz evde onun en yakınında. Dahası Hadisi şerifte Efendimiz (sav.) Kabe’nin fazileti ile ilgili şöyle buyuruyor:
“Şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç diğer camilerde kılınan 1000 namazdan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fadlu’s-Salâti fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne, 1)
Şimdi böyle bir durumda doğduğunuz evinizin yerine bir ev yaptırıp bütün vakit namazlarını Kabe’de kılıp şu kadar sevap alacağınıza Kâbe’yi ve vatanınızı bırakıp Medine’ye döneceksiniz. Niye?..
Çünkü vefa, çünkü sadakat, çünkü dava kardeşliği Rasulullah’ın karakter ve anlayışında (kıyas ve fıkhında) şu kadar rakam sevap ve kişisel aidiyetlerden daha büyük bir değer ve erdemdir de ondan.
Evet, yine Ziya Paşa’nın, “Âsâf’ın mikdârını bilmez Süleyman olmayan, Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan.” şiirinde dediği gibi insanın ve vefanın kıymetini ancak Süleyman as. gibi kıymet bilenler bilir. Ya Hz. Muhammedin (sav.) yaptığı vefa ve sadakat!..
Ne garip bir şey… Ne güzel bir insan ve ne vefalı, güzel bir dost.
Ne değerli bir lider ve ne yüce bir Peygamber. Canımız yoluna feda olsun!..
Murat Altun —◄◄