
İslam geleneğinde ‘özgürlük’ veya ‘özgür olma’ çoğu zaman olumsuz çağrışımlar yapar. Bu çağrışımların başında ‘başı boş olmak’, gelir. Diğer bir çağrışım ise ‘sınırsız olmak’ veya ‘sınır tanımamaktır’. ‘Özgür olma’ aynı zamanda düzensizlik, düzen tanımamayı da çağrıştırmaktadır. Bir Müslümanın ‘ben artık özgür olmak istiyorum’ ifadesi, onun (İslam’ın) koyduğu kuralları tanımıyorum anlamına gelmektedir. ‘Nefse uymak’ veya ‘kendi aklına/mantığına uymak’ ifadeleri de sapıtma veya yoldan çıkma çağrışımları yapmaktadır. ‘Nefsine uyan’ Şeytana uymuş oluyor. Bu çağrışımlarda ‘kişinin kendi tercihleri’ ile ‘İslamin kuralları ve emirleri’ karşı karşıya gelmektedir. İslam tasavvuf geleneğinde ise ‘özgürlük’ nefse tabi olmak seklinde anlaşılmıştır. En yüce erdem, ‘istek ve arzularına rağmen Allah rızasına/emrine uymak’ oluyor. Bu tutumun kemaleti ‘fena fillah’ olarak ifade ediliyor ki bunun tam ifadesi kişinin kendi nefsini tamamen yok etmesi anlamına geliyor. Yani tam bir ‘teslimiyet’.
Bu çağrışımlar İslam’ın pratiğinde, sosyal yaşantısında, tasavvuf geleneğinde ve İslami ilimlerde insana, onun iradesine, nefsine, aklına güvensizliği içermektedir. Ancak bu güvensizliği de bir çağrışım olarak görmek mümkündür. ‘Özgürlük’ ve ‘Allah’a teslimiyetin’ karşı karşıya gelmesi daha çok modern zamanlarda ortaya çıkan bir gerilim olarak öne çıkmaktadır. İslam tarihinde ortaya çıkan İslami toplumlarda bu ‘güvensizlik’ ve ‘gerilim’ hiç olmamış gibidir. Toplumsal hayatta Allah’a teslimiyet, İslam’ın emirlerine uymak ‘kısıtlayıcı’ olmamıştır ve bu yönde bir algı da yoktur. İslam’ın emir ve yasakları toplumda hâkim ve yaygın olan kültürel kodlarla örtüşmüş ve İslami hayatın içkin bir unsuru olmuştur. Bu durumda namaz kılmayan, oruç tutmayan, haramları gözetmeyen ‘özgür’ olmak yerine ‘bozguncu’ sosyal düzeni sarsan birisi olmuştur. İslam’ın kural ve talimatları ile hayatı (bireysel ve sosyal) detaylı düzenlemek Müslümanlar için bir avantaj ve donanımdı. Okur yazarlığı olmayan çoğunluk ne yapacağını ve ne yapmayacağını bu şekilde, en güvenilir kaynaktan alıyorlardı. Bunun alternatifi de yoktu.
Modern zamanların ortaya çıkardığı anlamda ‘özgürlük’ hiç kimsenin aklından geçmiyordu. Ne âlimin ne de avamın.
17 ve 18. asırlardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan modern bilim, aydınlanmacı-ilerlemeci felsefe insan hayatının yasam koşullarını kökten değiştirmiş ve üç asır içinde yepyeni bir toplumun oluşmasına neden olmuştur. Bu yeni toplumda önce, kolektif olarak yaşanan ve idrak edilen dinî geleneğin otoritesini büyük oranda marjinalleştirmiş ve geçerliliğini belli ve dar bir alanla sınırlamıştır. Tanrı odaklı hayat anlayışı yerine insan odaklı bir yaşam ortaya çıkarmıştır. Yirminci asırda bu ‘hümanist-seküler’ düşünce, Batı toplumları için en etkin ve yönlendirici hayat anlayışı olmuştur. Tanrı odaklı ve dinin hâkim olduğu (toplumsal ve bireysel) hayattan ‘hümanist-seküler’ hayat anlayışına ve toplumsal düzene geçiş ‘insanın ‘özgürleşmesi’ ve ‘bağımsızlaşması’ olarak nitelendirilmiştir. Bunu ilk ifade edenlerden birisi Kant olmuştur. ‘Özgürleşme’, kurumsallaşmış dinin otoritesinden ve gelenekten kopması ve insanın kendi aklını en güvenilir ‘kaynak’ (ışık) olarak konumlandırması yatmaktadır. Özgür ve bağımsız insan kendi aklına göre davranan insandır. 18. asırdan itibaren gittikçe daha fazla insan, kendi dışından olan otoritelerin buyruğundan kendini kurtarmış ve kendi aklına yatan kararlar alarak yaşamını düzenlemiştir. ‘Aklıma yatmazsa yapmam’ ifadesi özgür olan insanın ifadesi olmuştur. Bu değişimle muhatap olan Hristiyanlık kendini ‘aklileştirmeye’ gitmiştir, ancak gidişatı hiçbir şekilde değiştirememiştir.
Hollanda toplumu, gecikmelide olsa, bu gelişme çizgisini en ileri düzeye kadar çeken Batı Avrupa ülkelerini başında gelmektedir. Savaş öncesi Hollanda toplumu halen dinî kurum ve otoritelerin belirgin olarak etkin olduğu bir toplumdur. Pek çok alanda modernleşmeye direnmiştir. Ancak 1960’lı yılardan itibaren ‘özgürleşme’ süreci hızlanıyor ve bir nesil geçmeden toplum genelde bu ‘özgürleşmiş’ nesilden oluşuyordu. İlk dönemde ‘dindar ve dinî otoritelere teslim’ olan nesille bu ‘özgürleşmiş’ nesil yan yana oluyor. Bu yan yana olma hâli sadece kontrastı, çelişkileri keskinleştirmiyor aynı zamanda büyük toplumsal gerilimlere de neden oluyordu. ‘Özgürleşen’ insan tipi kendi tercihlerini yapabilen insan olarak öne çıkıyordu. ‘Kendi tercihlerini yapabilme yetisi’ ise, bir dış otoriteyi kabul etmemek oluyordu. Bu ‘dış otorite’ genelde kilise, papaz ve dinî gelenek olsa da aslında başka kaynakları (politik lider, ideoloji gibi) ve otoriteleri (anne, baba gibi) de içeriyordu. Daha sonraları ‘modern bilim’ ve ‘bilim adamı’ da dış otorite olarak konumlandığını görüyoruz.
Yeni yüzyıla girdiğimizde Hollanda toplumunun büyük bir çoğunluğu ‘özgür’ bireylerden oluşmaktaydı. Ve bu insan tipi ‘özgür’ olmayı, ‘bağımsızlık’ olarak somutlaştırıyor. Ekonomik, sosyal, duygusal, profesyonellik gibi alanlarda ‘bağımsız’ tercihler yapabilen insan. Bireysel olarak tercih yapma yetisine sahip bu insan, tercihini çeşitli kaynaklara/nedenlere bağlayabiliyordu. Bu kaynaklar/nedenler (ahlâkî) ilkeler, hedefler, çıkarlar, fayda, ilişkiler, duygular olabiliyordu. Kişi bu ilişkiyi (tercih ve kaynak arası) kendi içi dünyasında (özel alan) kuruyordu. Ancak kamu alanında hareket ederken ve davranışları gösterirken, dışarıya da bu ilişkiyi (davranışının nedenlerini ve hedeflerini) izah etmesi gerekiyordu.
Modern toplum buna ‘şeffaflık’ diyordu. Toplumun bütün üyeleri herkesin, bireysel olarak, bu yetiye sahip olduğunu varsayıyordu. ‘Tercih’ ve ‘davranış’ kaynakları (ilke, çıkar, hedef, fayda, duygular) ile ‘anlaşılır’ ve takip edilebilir şekilde ilişkilendirildiğinde ‘meşru’ oluyordu. Saygıyı hak ediyor. Bu tip gerekçelendirmenin karşısında ise, tercih ve davranışları kendi dışında bir otoriteye/kaynağa bağlayarak gerekçelendirmek oluyordu. Birinci durumda (özgür olan tip) kaynaklar/nedenler önceden içselleştirilmiş olurken ikinci (özgür olmayan/teslim olan) durumda kaynağın/otoritenin dışsallığı söz konusu. Birincisinde ‘dürüst’ veya ‘adil’ olma ilkesi kişiye ait bir ilke/kaynak olurken, ikincisinde ‘dürüst’ veya ‘adil’ olmak dışsal bir otoritenin (İncil, Kilise veya Tanrı) emri olmakta. Birincisi ‘tercih/özgürlük’ olurken ikincisi ise ‘itaat/teslimiyet’ oluyordu.
Bu anlamda Hollanda toplumunda birinci insan tipi (özgür tercih yapabilen) hâkim ve norm insan tipi olmuştur. O kadar ki, Hristiyanlık sadece kendisini bu yönde dönüştürmeye çalışmamış, aynı zamanda ‘iyi’ ve ‘dindar’ Hristiyan kimliğini de dönüştürmüştür. İncil’in ‘Tanrı sözü’ olduğunu ifade edebilen Hristiyanlık nadir sayıdadır. İncil, bu tip Hristiyan inanan için, sadece bir ‘ilham’ kaynağıdır. Üstelik başka kaynakların yanında.
Batı Avrupa’da üç asırlık dönemde ortaya çıkan bu insan tipine paralel olarak yeni bir toplum da ortaya çıkmıştır. Benzer evrelerden geçerek ve birbirini tetikleyerek bu sürece yürüdüğünü görüyoruz. Bu süreçte iki olgunun öne çıktığını görüyoruz. Bu aslında tam bir paradoks. Bir taraftan birey ‘özgürleşiyor’ ve ‘bağımsızlaşıyor’ diğer taraftan ise toplum homojenleşiyordu. Dilde, davranışlarda, kültürel kodlarda, ortak ilke ve referanslarda çok ileri düzeyde tek tipleşme (homojenleşme) ortaya çıkıyordu. Yerel diller ve diyalektler yok olurken, cemaat ve bireysel kimlikler arası farklar da büyük oranda yok oluyordu. Bu olanları olumlu olarak ifade edersek, her ulus devletin ‘bağımsız ve özgür’ olduğu kendi toplumunda tek tip insan, ortak kültür, ortak çıkar, ortak düzen ortaya çıkardığını görüyoruz.
Gittikçe homojenleşen ve bunun 1960’dan sonra iyice belirginleştiği Hollanda toplumunda, farklı kimliklerin varlığını yine de tespit edebiliyoruz. Katolikler, Protestanlar, Ateistler, Deistler, Komünistler, Hümanistler, Sosyalistler vb.
Dikkat çeken husus ise, bu kimliklerin ‘ortak’ oldukları alanın, ‘farklı’ oldukları alana nazaran, çok daha geniş ve etkin olması. Yani farklıklar marjinal. ‘Homojen’ ve ‘özgür’ olma hâli ortak olana ait bir özellik. Böylece, ortak olanın ‘kamu alanı’ farklı olanların ise ‘özel alana’ ait olması kolektif ve normatif bir anlayışa dönüşmüştür. Bu toplumsal yapılanmada ve ileri düzeyde homojenleşmiş kültürde tabi ki ‘özgürlüğün’ sınırları oldukça geniştir. Sınırların ‘geniş’ olması ise olgusal olmaktan daha çok duygusaldır. Bu toplumun üyeleri/vatandaşları bu sınırları çok ‘geniş’ hissederler çünkü onlar hep birbirlerine benzerler ve bu sınırlarla hemen hemen hiç yüzleşmezler. ‘Birinin özgürlüğünün sınırları başkasının özgürlüğüne dokunduğu yerde biter’ ifadesi bu koşullarda anlamını kazanmıştır. Bu özgürlük tanımlamasında, devletin rolü çok azdır. Devlet ‘kamu alanını’ gözetir ve oranın ‘ortak alan’ kalmasının garantörüdür. ‘Nötr’ olması ve herkes için açık ve ulaşılır olması belirleyicidir.
Homojenleşen toplumda var olan farklı kimlikler kendiliklerinden sınırlardan uzak durmaktalar. Yerleşik olan ve bu homojenleşme sürecini yaşamış Katoliklerin, Yahudilerin, Protestanların, Sosyalistlerin, Hümanistlerin veya Ateistlerin bu sınırları zorlamaları ve test etmeleri söz konusu değildir. Kendiliğinden ve tabii olarak bu böyledir. Bu kimliklere sahip insanların, farklılıkları özel olduğunda, ortak olan alandaki davranışları ve tercihleri, büyük oranda birbirine benzeşen üyeleri ‘eşit’ görmek hiçte zor olmaz tabi ki. Böylece özgürlük ‘eşitlik’ için bir tehdit olmamaktadır. Olan halk benzeşerek özgürleşiyor, özgürleştikçe de eşitleşiyor.
Hollanda toplumunda yerleşik ve sınırları normatif olarak belirlendiği varsayılan özgürlüğü kim test edebilir? Tabi ki Hollanda dışından gelen insanlar. Kimliğini kolektif yaşayan ve idrak eden kişiler Hollanda’ya geldiklerinde çok hızlı bir şekilde ‘özgürlüğün’ sınırları ile çatışırlar. Kamu ve özel alan ayrımı yapmayan kimlikler çok hızlı bir şekilde yerleşik kamu alanının isleyişini ve karakterini bozar. Tercihleri ve davranışlarını, içselleştirilmemiş dış kaynaklara atıfta bulunarak gerçekleştiren çok hızlı bir şekilde yerleşikler için ‘anlaşılmaz’ ve ‘öngörülemez’ insanlar oluverirlerdi. ‘Allah’ın emri olduğu için başörtüsü takıyorum, helal et yiyorum, namaz kılıyorum, oruç tutuyorum’, ‘Kur’an’ın dili olduğu için Arapça öğreniyorum’, ‘bu Kur’an’ın emri olduğundan yapıyorum’ veya ‘Peygamber’in sünneti ondan dolayı böyle giyiyorum, içiyorum ve davranıyorum’ gerekçelendirmesi yerli insanlarda pek çok soruların ve karmaşık duyguların oluşmasına neden olabiliyor. Üstelik çağrışımsal olarak. Bu tip gerekçelendirme ve kamu ve özel alanın bir olması onlarda iki şey çağrıştırıyor: onların bir-iki asır öncesini ve oldukça zor (gerilimli, kanlı, savaşlarla) olarak yaşanmış bu dönüşüm sürecini. Bir çeşit geride bıraktıkları ve hiçbir şekilde geri dönmek istemedikleri bir döneme savrulmak. Tabi ki paniğe ve krize neden oluyor.
İslami toplumlarda ‘nefse’, ‘heva hevese’ uymak hiçbir şekilde makbul olmayan bir husus. İnsanı sapıtan ve hatta şirke götürebilecek bir husus. ‘Nefsine uyan Allah’a isyan etmekte ve şeytana uymaktadır’. Nefis kötülüğü emreder. Akıl, vahyi anlamak ve yaşamak içinse anlamlı. Müstakil olarak ve kendi başına bir kaynak olamaz.
Kendi aklını merkeze almak ve onu bağımsız bir ölçü ve kaynak yapmak, bir anlamda şirk olmaktadır. Avrupa toplumlarında insanların bireysel tercihlerini (kendine/nefsine, kendi aklına göre davranması) yapması bu özgürlük anlayışına dayanmaktadır. Bütün modern toplumsal düzen bireysel tercihlerin yapılabilmesine yönelik düzenlenmiştir. Buradaki çelişkiyi ve gerilimi görmemek tam bir ‘şaşılık’ olmaktadır.
Bu çelişki ve gerilim pek çok defa davranışlar ve tercihler düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Çelişkinin daha çetini ise derinde ve hayatla ilgili metafizik/paradigma düzeyinde belirmektedir.
Hollanda da dinî yaşantılarına ve kimliklerine atıfta bulunarak ‘biz de özgür olmak istiyoruz’ veya ‘biz de Hristiyanlar kadar eşitlik istiyoruz’ talebi, bu çağrışımları ve gerilimleri dikkate aldığımızda, yerli kesimde, medyada ve kamu görevlilerinde nasıl bir karşılık buluyor, tahmin edebilmek gerekiyor.
Raşit Bal —◄◄