
“Merhamet; baş aşağı bir cemiyeti, baş yukarı edecek bir kudret”
Hicretin ikinci asrında iki veli (Allah dostu) yaşıyordu. Birinin adi, Şakik ötekinin adi, İbrahim Ethem. İkisi de Belhli Türk soyundan… İşte bu iki veli, yoksulluğun dorukta olduğu bir dönemde karşı karşıya oturmuş sohbet edelerken aralarında söyle bir konuşma oluyor.
Şakik: “Hayatınızı nasıl idame ettiriyorsunuz, nasıl yaşıyorsunuz?”
İbrahim Ethem: “Nasıl yaşayacağız…bulursak şükrediyoruz, bulamazsak sabrediyoruz…”
Aldığı cevaptan hoşnut olmayan Şakik kendinden emin söylenir:
“Bizim Horasan’ın köpekleri de böyle yaparlar.”
Bu cevap karşısında şaşıp kalan İbrahim Ethem çekinerek sorar:
“Ya siz ne yapıyorsunuz?”
Şakik, insani bir duruşla, tavırla cevaplar:
“Biz mi? Bulursak bizden daha muhtaç olanlara veriyoruz. Bulamazsak şükrediyoruz.”
İbrahim Ethem ayağa kalktı, dostunun alnından öptü…
İşte marifet sırrına erenler böyle tatlı tatlı konuşur ve birbirinden tatlı tatlı ayrılırlardı.
Onların çektiği sefaletin, meşakkatin hiçbirini yaşamadık, görmedik…
İçinde bulunduğumuz durumu her ne kadar ‘içler acısı’ olarak nitelesek de, bazen her anımız için yaradana, sınırsız bir şükür borcu olduğumuzu hatırdan çıkarmamamız gerekiyor.
Zorlu bir dönemden geçiyoruz hiç şüphesiz. Ekonomik darboğazla, zalimin süren zulmüyle sınırlı değil yaşadığımız süreç… Güvenliğimiz, özgürlüğümüz, haklarımız ve mazlumlara karşı olan görev ve sorumluluğumuz da can çekişiyor.
“Allah senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim ki…”
Akra’ b. Hâbis (r.a.) Hz. Peygamber’i (s.a.v.) torunu Hasan’ı öperken görünce: “Benim on çocuğum var, onlardan birini bile öpmedim” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.): “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyurdu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e, bedevi Araplar’dan birtakım insanlar gelip: “Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordular. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de: “Evet!” diye buyurdu. Onlar ise: “Allah’a yemin ederiz ki, biz çocuklarımızı öpmeyiz.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Eğer Allah sizin kalbinizden rahmetini çekip almışsa ben ne yapabilirim ki?” karşılığını verdi.
İslam’ın en güzel yönlerinden biridir Merhamet… Onca değerlerimiz arasında onu da yitirdik. O olmayınca ailede huzur kalmıyor, topluma kaos hakim oluyor.
Siyonist kan içiciler kana doymuyor…
Hollandalı bir anneye “Filistin’de çocuklar öldürülüyor, ne düşünüyorsunuz?” diye soran muhabire kadının verdiği cevap kan dondurucu; katil Netanyahu’nun bombalarından daha öldürücü… “Ama onlar büyüyünce ‘terörist’ olacaklar…”
Yani “öldürülmesi gerekiyor” diyor, taş yürekli zalim kadın…
Wilders denilen acımasız ırkçı herif de aynı düşüncede. Sürekli katilleri destekliyor, onları ziyaret edip kucaklıyor, kutluyor…
Ve bu mübarek ayda saldırılarını sürdüren Siyonist İsrail rejimi çoğu çocuk yüzlerce masumu yine katletti.
Bunlar da onların gerçek yüzü: Kin, nefret, savaş, öldürmek ve sömürüp semirmek… Peki onların merhameti yüreklerinden alınmış da bizim Müslümanlara ne demeli. En ufak bir acıma hissi duymadan nefes almaları, umursamadan yaşamları, katillerle bir olup mazlumlara uzak durmalarına ne demeli?
Gazze kıyılarında bir sahil cenneti inşa edeceğini ve Filistin’i cehenneme çevireceğini söyleyen eşkıya başı, akıl yoksunu Trump’a “Dostum” diyecek kadar zihin bulanıklığı yaşayan liderleri mi, Hamas’ı suçlayan âlimleri mi, içten içe hesap yapan hainleri mi söyleyeyim? Bunların tavrı, zalimin attığı bombalardan daha acı veriyor. Allah’ım insanlık düşmanı olan zalimleri sana havale ediyoruz. Ebabil Kuşları’nı bekliyoruz…
Erbakan Hocamın dediği gibi bugünlerde gelen Ebabil Kuşları zalimlerden önce onları destekleyen, alkışlayan ve dualar yollayan bizleri taşlar… Ne demişti o güzel insan: “8 milyonluk İsrail için 1.5 milyar Müslüman Ebabil bekliyorsa, Ebabiller gelse İsrail’i değil bizi taşlar.” (Necmettin Erbakan)
27 yıldır okunuyoruz, o hâlde yola devam…
Gazete dağıtım sırasında çok özel, güzel, anlamlı hadiselerle karşılaşıyorum. Gazeteyi elimden kapıp masasına oturanlar, alıp katlayıp cebine koyanlar, bir-iki gün gecikmenin sebebini soranlar, “iyi haberler var mı?” diye merak edenleri görünce, verdiğiniz hizmetin daha iyisini sunmak için bir sebebiniz oluyor. Bu durum sizin aşkınızı, şevkinizi, çalışma isteğinizi artırıyor.
Birkaç okurumuzdan da “yazılarını özledik, niye yazmıyorsun?” diye soranlar oldu. Onlara “gazetenin editörü benim, o köşenin yazısını ben yazıyorum” deyince, “resmini koy da bilelim evlat” dediler.
Onlar beni fotoğrafımdan tanıyormuş, Son 15 yıldır yazdığım köşede fotoğrafımı kullanmıyordum. Sırf bu yüzden geçen sayıda fotoğrafımı kullandım. Ne benim ne de Doğuş’un bu manada tanıtıma, reklama ihtiyacımız yok şükürler olsun.
Geçen hafta İstanbul milletvekilimiz ile bir iftar davetinde beraberdik. Yolculuk sırasında okuması için bir gazete takdim ettim. O an görüntü alan arkadaşlara gazeteyi de elinde göstererek poz veriyordu, engel oldum. “Lütfen sayın vekilim, bu hem sizi incitir hem de bizim yayın anlayış ve ilkemize terstir” diyerek gazetenin objektife yansımasına mani oldum. Kendinizi zoraki büyük göstermek çok da işe yaramıyor. Hakk’ın ve halkın gözünde göründüğünüz kadarsınız. Bu bilgi, fotoğrafımın farkına varıp da soran dostlar içindi…
Ölüme yolculuk var…
Gencecik fidanların ölüm haberleriyle sarsıldık. Çoğu yakından tanıdığımız dostların evlatları. Kaza, amansız hastalık ve farklı sebeplerden dolayı ebediyete uğurladık. Taziye ve cenaze namazı için ailenin yanındaydım. O acının koskoca adamları nasıl da un ufak ettiğine, bitirdiğine şahitlik ettim. Sözlerin tesirini yitirdiği bir an ve bir yerdi orası. Sadece bir söz yüreklere su serpiyor o da Allah’ın şu ayeti: “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”
Ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor, etrafını da kül ediyor.
Bir tarafta teknolojinin getirdiği bu tür ölümler bir tarafta virüsle, aşıyla insanları azaltma oyunları diğer taraftan da her gün bombalar altında çaresiz kalan canlar. Sizin yeni dünya düzeniniz, dümeniniz batsın. Her can taşıyan İlahi takdir gereği zaten ölümü tadacak, ne diye öldürmek için yollar, arıyor, araçlar icad ediyor ve kullanıyorsunuz… Sabırlar diliyorum.
Her şey gibi evliliğin de içini boşalttık…
Çok yakınımın boşanma havadisi ile sarsıldık. Çok zormuş. “Allah’ın en sevmediği helal talaktır, boşanmaktır” sözünün doğruluğu bir kez daha tecrübe edilmiş oldu. Evlilik yolculuğu çileli, meşakkatli bir yolculuk. Ama sabır zırhıyla kuşanınca, az biraz hoş gürünce, biraz da fedakârlık edince o yolculuk cennete dönüşüyor. Yapmayın gençler, kıymayın birbirinize, ailelerinize… Yana yakıla, severek evleniyorsunuz, küçük bir yokuşta kayış atıyorsunuz. Ailenin gözünden sakındığı ciğerparesini acılara salıyor, adını “dul” ediyorsunuz.
80’li yılların başlarıydı. Köylüm olan ve Hollanda Türk toplumunun yakından tanıdığı birinin kız kardeşinin Konyalı biriyle nişanlandığını duyduğumda, çok garibime gitmiş, şaşırmıştım. Bir Sivaslı ile Konyalının evliliğini tuhaf karşılanmıştım. Birkaç ay sonra nişanın bozulduğunu duyunca daha çok şaşırdım.
O döneme kadar benim kafa yapım şöyleydi: Evlilikler, kendi yörenden, bölgenden olmalı, gelinlikle girdiğin yerden kefenle çıkmalıydın.
Bu durum benim ezberimi bozmuştu. Şimdi şehirler arası değil ülkeler, kıtalar arası yapılıyor evlilikler. Ve yine şimdi, seneyi bile doldurmadan boşanmalar yaşanıyor.
Ve bir de evliliği hiç düşünmeyenler hatta hemcinsiyle yapanlar var. Allah muhafaza!
Yaşı 40’a dayanmış yeğenime soruyorum: “Oğlum, evlilik ne zaman?”
Cevap açık ve net: “Dayı, bu işler aceleye gelmez”
“Dayın gözünü yesin, iyi de Nuh Aleyhisselam gibi 950 sene mi yaşayacaksın, ömrü yarılamışsın, daha ne acelesinden bahsediyorsun” demek istiyorum, diyemiyorum.
Bu konuda ailelere, cami ve cemiyetlere büyük görevler düşüyor. Evlenmek isteyenlere birbiriyle tanışma ortamı sağlanmalı, arabulucu olmalıyız. Zira onların her meşru veya gayrimeşru adımının mesuliyeti, vebali bize aittir.
Zulmün bittiği, merhametin, yürekleri erittiği, adaletin hükmettiği bir dünya, düzen ve bayram dileği ve duası ile,
*(N. F. Kısakürek) —◄◄…