İslami okullarıyla ilişkim, geçtiğimiz asrın seksenli yıllarının ikinci yarısına kadar gider. İlk etapta yönetim üyesi, daha sonra başkan ve 10 seneye yakın çalışan elemanı oldum. 2022’de tekrar geri döndüm. Ve şimdi

1 Ocak 2025’ten itibaren ISBO’da ayrıldım. Son iki senedir ISBO’daki dönemimi kapatmak bağlamında bir değerlendirme yapmak iyi olabilir. Olanı biteni kolektifleştirmek ve kayıt altına almak için.

İlk dönemlerde pek çok şeyin araştırılması ve öğrenilmesi gerekiyordu. Zaten böyle bir imkânın olduğu ‘tesadüfen’ fark edildi. İslami okulların açılmasına ön ayak olan iki-üç kişi bir okulun nasıl açıldığını deneyimledikten sonra yenilerine ‘rehber’ oluyordu. Ancak, yapmak istedikleri konular ve kurmak istedikleri kuruluşla ilgili ne bir deneyimleri vardı ne de bir eğitimleri. Üstelik bu anayasal düzenin oluşumunda verilen kolektif mücadeleden hiç haberler yoktu. Hollanda’nın yakın tarihinden ilham alarak kendi taleplerini güçlendirmek hiç gündemde yoktu. Türk kökenli olanlarının hepsi Millî Görüş kesiminden idi. Fas olanlarda ise ‘arka plan’ belirsiz oluyordu. ‘İhvanı’ veya ‘selefi’ çağrışımlar yapanlar vardı. Çoğunun da dili oldukça zayıftı. Bu ilk ‘kurucu’ idarecilerde Hollandaca bilmek kritik bir donanımdı. Etkinlik, konum ve roller ‘dil bilme’ üzerinden belirleniyordu.

Üstelik bu çaba pek çok yönden oldukça da kırılgandı. Hollanda için İslami okullar nasıl yeni idi ise, Müslümanlar için de oldukça yeni idi. Okulları açanların hemen hemen hiç birisi bu işi daha önce yapmamıştı. Herhangi bir ‘geçmiş, alt yapı’ da yoktu. Yerliler içinse İslami okulların açılması oldukça tartışmalı idi. Toplum sekülerleşiyor/dünyevileşiyor, bireylerin dinî bağları ve kimlikleri zayıflıyor. Kendini dindar olarak nitelendiren insanların sayısı her geçen gün azalıyor. Toplumun sekülerleşmesi yönünde ilerleyen dönüşümü okulların ister Hristiyan olsun ister Katolik olsun, dinî kimliklerin keskinliğini erode ediyor, aşındırıyor ve farklı kimlikleri olan okullar daha yoğun olarak birbirlerine benzeşiyorlar. Diğer taraftan ise eğitimde ‘sütunlu’ (cemaati esas alan da diyebiliriz) yapılanmayı mümkün kılan mevzuat oldukça canlı idi. Kamuoyu açısından ‘bunlarda nerden çıktı, bu düpedüz segregasyon/ayrımcılık’ olurken, idare açısından ‘kanunen mümkün, yapacak bir şey yok’ oluyordu. Karşı çıkanlar da çoktu, tarafsız olan da çoktu. Bu anlamada yaygın algıda İslami okullar ‘istenmeyen-gereksiz görülen’ okullardı. Okulları açanları tanıyanlar yerliler genel de ‘Niçin olmasın, Katolik okullar olduğu sürece Müslümanların da bu imkânı olmalı’ seklinde idi. Hollanda politikasında, son yirmi senede olduğu gibi, “bu okulların açılmasını yasaklayalım ve açılanları kapatalım” tutumunda parti yoktu. Yaygın algının aksine, o dönemlerde dış tehdit yoktu. Herkes göreceli olarak ‘medeni’ idi.

‘İslami eğitimin’ Belirsizliği

Benzer bir dağılım Hollanda Müslümanlarında da vardı. Müslümanların ekserisi (yüzde 95) ‘ne gerek var’ diyordu. Bu algıya bağlı olarak okulların öğretim kalitesinin yeterli düzeyde olamayacağını belirtiyorlardı. İslami okulları, ‘ayrışma’ ve ‘siyah okul’ olarak görme oldukça yaygındı. ‘Dinî eğitim’ dendiğinde Müslümanların aklına cami eğitimi geliyordu. Türklerde, Diyanet cemaatinin toplu olarak, İslami okullara rezervli ve karşı olmaları bu tutumdan geliyordu. Bu bağlamda, ‘İslami eğitimin’ ne olup ne olmadığını, bilen de yoktu.

Hollanda’daki İslami okulların başlangıç koşulları bu şekilde idi. Bu koşullarda, büyük şehirlerde çekirdek bir ‘kurucu kadro’ oluştu. Bu grubun ortak zemini ‘İslam’ idi. Koşullardaki belirsizlik ve bilgisizlik, iç ve dış direnç bu kurucuları İslam üzerinden birbirlerine yönlendiriyordu. Çimento İslam oluyordu. Yüzlerce soru ve sorun varken az sayıda cevap vardı. Yaşanan pratiğin düşe kalka öğretmesi yanında, yönlendirici olan en büyük kaynağın İslam olması dikkat çekiyordu. Bütün sorular ve sorunlar hayatın pratiğinden, çözümler ise İslam’dandı. Tam bir İslamcı tutumdu bu. Hayatı İslam ile uyumlu hâle gelecek şekilde dönüştürmek böyle olacaktı. Bu ortam küçük bir okul da olsa, orasında ‘şeriat’ bağlayıcı olacaktı. Bu bağlamında yaptığımız tartışmalar hâlen canlı hafızamda.

Toplumsal gerçeklikte ontolojik olarak dış tehdit olmamasına rağmen, bu kurucu idarecilerde ‘tehdit’ algısı belirgin olarak vardı. Bunun nedeninde daha çok kanuni çerçeveyi iyi bilmeme ve toplumsal koşulları iyi okuyamama vardı. Bu tehdit algısı da ilk kurucu idarecileri birbirine çekiyordu. Her yerde ve zamanda olduğu gibi ‘dış tehdit’ ve ‘İslam’ birleştirici, bir araya getirici, bütünleştirici nedenler/kaynak oldu. ‘Birbirimizden öğrenmeliyiz’ ve ‘birlik oluşturmalıyız’ seklinde. Hepsinde de belirgin olan dinî dili kullanma yaygındı ve dindarlıkları bu tutumu güçlendiriyordu. Bunu gereksiz gören, karşı çıkan ya da skeptik/şüpheli olan hiçbir idareciyi hatırlamıyorum.

Bu koşullarda bu referans ve idealler İslami okulları iki şekilde yönlendirdi. Her şeyden önce bu okullar, bir organize olarak, istikrarlı olmaları gerekiyordu. Bu hususun en kritik olan kısmı, kararları veren idarenin varlığı idi. Öğretim (eğitim değil) düzeyinde asgari bir kaliteye ulaşmak ta en önde gelen hedefti. Çünkü kendi çocuklarımızı dezavantajlı eğitim vermek kabul edilemezdi ve ‘kalite’ toplumda meşrulaştırıcı neden olarak da öne çıkıyordu. Genel olarak var olan dezavantajı gidermek de en temel hedefimizdi zaten. Bunun için, eğitim müfettişliğin okulu teftiş edip ‘yeterli’ rapor vermesi yeterli idi. Üstelik bu yönde bir rapor öz güven verici ve zaman ilerledikçe ‘biz de yapabiliyoruz’ algısı oluşuyordu.

İkinci husus ise idarecilerde bir ideale dönüşen ‘birliktelik’ ve ‘dayanışma’ nasıl başlayacaktı? Neye yönelik olacaktı? Böylece İslami okulları kuran idarecilerin çok hızlı bir şekilde ortak ajanda oluşturmaları gerekti. Bir akım/sütun (erkend onderwijsrichting) olmak ortak müşterekleri zorunlu kılıyordu. Herkes benzer sorularak farklı farklı cevap veremezdi. Bir okulun idarecileri karşı cinsten olanlarla tokalaşmıyordu, diğer okulun idarecileri için bu hiç sorun olmuyordu. İslami eğitimin ne olduğu ve ne olmadığı yavaş yavaş netlik kazanması gerekiyordu. Bu husustaki belirsizlik ve büyük farklılık bu okulları daha da kırılgan yapıyordu. Doksanlı yılların ikinci yarısında doğru, dinî pratikler üzerinden farklılaşma ortaya çıktığını görüyoruz. Tokalaşma, başörtüsü, sakal, namaz, abdest, Müslüman olmayanlarla karşı davranış, Müslüman olmayanların okulda domuz eti yemeleri, birbirleri ile öpüşmeleri, müzik eğitimi, resimlerle eğitim, karışık eğitim, 4-5 yaşlarındaki kız çocuklarının başörtüsü takmaları veya takmamaları, yüzme, beden eğitimi gibi onlarca mesele bu farklılaşmaya somut vakalar olarak öne çıkıyordu. Çok garip bir şekilde bu ‘farklılaşma’ veya hiç beklenmedik bir şekilde bu farklıkla yüzleşme yeni bir yönelişin oluşmasın da sağlıyor. Bu fark ediş ISBO’nun bünyesinde ortaya çıkıyordu.

“Farklılık zenginlik değil, çatışmaya neden oluyordu”

ISBO, dinî kaynaklara atfen idealize edilen ‘birliktelik’, ‘dayanışma’, ‘kardeşlik’ ve ‘ortak ajanda ve maslahat’ yönlendirici ilke ve değerlerin somut karşılığı olmakta idi. Bu ortak ve üstün değerler ISBO bünyesinde pratiğe dönüşecekti. Ancak ‘kardeş’ oldukları beklentisi ile bir araya gelen idareciler, toplantıda birbirlerinin ‘hasmı’/rakip’ olduklarını deneyimliyorlardı. Farklılık zenginlik değil, çatışmaya neden oluyordu. Dayanışma ile başlayan beraberlik, daha sonra birbirine karışma, burnunu sokma sekline nasıl dönüşmeyecekti? İlk on yılda, herkesin işine karıştığı bir pratik oluşuyordu. Surinamlı idarecilerin, Türk ve Faslı çoğunluğun içinde, dinî farklılıktan dolayı tutunamayıp büyük bir öfke ile ayrıldıklarını iyi bilirim. İslam kardeşliği yetmemişti, onları bir arada tutmaya. Hepimizin ortak kaynağı, zemini ve en güçlü referansı olan İslam, bir taraftan ‘dayanışma’ ve ‘birlikteliği’ emrederken, diğer taraftan ayni İslam’ın somut pratikleri bu ideallerin gerçekleşmesini engel teşkil ediyor. İslam hem bu hedefi bize veriyor hem de İslam’ın pratikleri bu hedeflere ulaşmayı imkânsız kılıyor. Dinî pratiklerde farklı olmanın kültürel ve mezhebi boyutları hiçbir şekilde devreye sokulup farklılıklar izafileştirilmiyor.

İslami okullarının ülkesel olarak ortak yönlerinin, sorulara verdikleri cevaplarının, tecrübenin, deneyim bilgisinin ve kolektif rakiplerine karşı olan tutumlarının kurumsallaşması olan ISBO’nun 34 senelik tarihi tam bu ikilemle baş etme seklinde oluştu. Farklılıktan kaynaklanan gerilimlerle baş edemediğinde, dayanışmayı ve birlikteliği, en asgari düzeye indirdi. ‘Dışarı bizi bir bilsin, içimizdeki farklığı görmesin’ seklinde. ‘Temsil etmesi’ yetecek düzeyde. İç tehdit ve gerilimler (uzun zaman birbirlerinden ayrı kaldıklarından) azaldığında ve dış tehdit algısı da keskinleştiği dönemlerde Müslümanların ilk aklına gelen ‘dayanışma/birlik’ hedefi geliyor ve okul yöneticilerinin ISBO’ya yöneliyor. Birlik ve dayanışmanın, çatışma ve iç gerilimlere bir çözüm getirebileceğini düşünerek güçlü ISBO istiyorlardı.

Başarısızlıkla sona eren süreç…

Bu ikilemde ben kendimi her zaman bir ‘idealist’ olarak konumlandırdım. Pratiğin karmaşık olduğunu iyi biliyordum. Faslı, Türk, Surinamlı, yerli etnik ve kültürel kimlikler, mezhebi farklar, yerel ve kabilevi ilişkiler, gurbette olmak, azınlık olmak, seküler-bireysel kültürde bulunmak, İslami alanda okur-yazar olmanın zayıf olması, bulunduğumuz toplumsal koşulların yüzeysel bilinmesi ISBO’nun işini zorlaştıran unsurlardı. Aslında hiçbir alanda ortaklık yoktu ve İslam ‘pseude-referans’ oluyordu. Sanki idarecileri hiçbir şey bağlamıyordu. Bu unsurların hepsi ISBO’da bir araya geliyordu. Ve dengeli bir çözüme kavuşturulması gerekiyordu. Bu kadar farklılıkların olduğu yerde, farklılığı aşarak, göreceleştirerek, birlikteliği, dayanışmayı ve ortak hedeflerin gerçekleşmesini kendim için en temel görev saydım. Karakter olarak ISBO tam benim yerimdi. Teorik olarak var olan ideallerden (kardeşlik, ümmet, Hollanda da İslami kimliği inşası, ortak sorunlarımızı ortak çözüme bağlama yetisi, Hollanda bağlamıyla uyumlu dinî pratik, birbirimize güvenme gibi) neşet eden bir pratiğin oluşması gerekiyordu. İçinde daha çok başarıları barındıran. ‘Başarılı’ pratiklerle bu dinî emirlerden kaynaklanan ikilemlere ‘denge’ ortaya çıkacaktı. Yavaş yavaş ve düşe kalka. Bu tecrübeyi kolektifleştiren de. Benim görüşümde İslam ancak bu sürecin sonunda, Hollanda’da kalıcı bir geleneğe/inanca/pratiğe düşebilirdi.

İslami okulların kuruluş yılların üzerinden uzun zaman geçti. Bir taraftan yeni nesil idareciler geldi, diğer taraftan kurucu nesil de yaşlandı. İlk dönemlere nazaran tabi ki çok şey değişti. Profesyonel idareciler geldi. Her okul vakfı birden fazla okul işletiyor. Okulların sayısı yüze doğru gidiyor. Öğrenci sayısı yirmi bini (Müslüman çocuklarına yüzde 12) geçti. Öğretmenlerin ve okul müdürlerin ekserisi Müslüman. Din dersi öğretmenlerinin hepsi de buralı ve dil sorunu yok. Ancak 2022’ye geldiğimizde bir taraftan bu kadar ilerleme var, diğer taraftan da farklılıklardan kaynaklanan gerilim ve ikilemler dayanışmayı, is birliğini felç etmiş durumda. Otuz seneden fazla ISBO ortak tecrübe, ortak idealleri gerçekleşmesinin kurumsal alanı oldu. Kolektif ve ortak bir tecrübenin oluşmasına ve İslami dini pratiğin yerleşiklersem sürecine omuz verdim. Daha önceki yazılarımda değindiğim gibi, ISBO’nun son iki senesinde de yine aynı hedefler doğrultusunda katkı yapmaya çalıştım.

Gördüm ki, 1995 yılından itibaren, farlılığın/ihtilafın veya dinî pratiklerdeki farklılıklara rağmen, dayanışmanın, ortak iş birliğinin yönlendirici olması ile başlayan süreç başarısızlıkla sona ermiş. Bu sürece içerik ve şekil vermekten sorumlu olan okul vakfı idarecileri alabildiğine başarısız oldukları ortada durmaktadır. Bu kadar tecrübeden ve denemeden sonra, okul yöneticileri arası hiç bu kadar gerilimli olmamıştır. Dayanışma ve iş birliği dönemi iyi tecrübeler ortaya koymak yerine, okul yöneticilerin birbirine olan güveni tamamen yok olmuş. Her biri, diğerine güvenemediği, istismar edildiğini gösteren sayısız deneyimler anlatmakta. Bu deneme dönemi o kadar derin gerilimlere neden olmuş ki, İslami okulların yarısı ISBO’ya üye değil. İşbirliği, dayanışma, ortak idealler ve maslahat gibi referanslar yönlendirici olmaktan çıkmışlar, durumu idare etmek için devreye sokulan ‘araçsal’ söyleme dönüşmüş. Ve okul idarecileri bu durumdan iyice memnun görünmektedirler. Bana göre ise bu tam bir afet. Özellikle bu yeni hükûmetle.

Raşit Bal                             —◄◄