
Yanlış hatırlamıyorsam, bir Şubat ayıydı. Kasvetli bir hava ve sisler arasında beliren yeni bir vatan… İlk gördüğüm babamdı ve bu ayrılığın ağırlığını hafifletiyordu. Memlekette, her gencin geçtiği yollardan geçmiş, büyüklerin himmetiyle kitap okuyan, bazen büyük laflar eden bir insandık. Hatta bir günde karar verip, bir ay içinde iki sayfalık dergi niyetiyle çıkardığımız bir gazete tecrübemiz olmuştu memlekette. Bu kısa tecrübeden bile işin ne kadar meşakkatli olduğunu ve ilişkilerin insanı nasıl yıprattığını görmüştüm. “Güzel günlerdi.” demekle yetineyim.
Buraya geldiğimde, “etrafında toparlanabileceğim bir süreli yayın var mı?” diye bakındığımda karşıma Doğuş çıktı. İlk gönderdiğim şey bir şiirdi. Patlıcan serasında çalışmaya giderken yaşadığım iç burukluğunu ve yalnızlığı hâlâ hatırlıyorum. İnsanlardan uzak olmak ve yazmak, sadece yazmak, benim için bir içe kapanma hâliydi. O imkânın kapısını, gönderdiğim o ilk şiirle çaldım.
Kapının arkasında, bütün içtenliğiyle ve babacan tavrıyla Zeynel Abidin Ağabey’i buldum. Onunla yakından tanışmam zamanla oldu. İnsanlarla iletişim kurmada katmanlı davranan biri olarak beni en çok cezbeden şey suskunluğuydu. Susmak, bana göre, kalbin derinliklerinden akmak için bir imkândı. Hayatın bize tattırdıklarının dilimize vurduğu bir sükût mührüydü. “Sus ve içinden yine içine ak.”
Buna Sivaslı oluşu da eklenince, bu durum başka bir anlama büründü. Tanıdıklarım arasında, bu yörenin insanının eline keder kabzası tutuşturulmuş gibi gelirdi bana. Tam sevinmeye, neşelenmeye meyletse, bir büyüğü kolundan tutup, “Olmaz.” der gibi bir hâlleri vardı. Bu hâl bana çok ilginç gelirdi. Zeynel Abidin Ağabey’de de bunu gördüm…
Zamanla yazılar yazmaya devam ettikçe, “misafir kalem” diyerek bir köşeye buyur etti. Yazmak insana bir kaçınma imkânı sunarken, aynı zamanda nitelikli işler çıkarmaya da mecbur bırakıyordu. Hoşuna giden, dikkatini çeken yazılar olursa duygularını paylaşır, beni yüreklendirirdi.
Bazı insanlar, çalıştıkları kurumla özdeşleşir. İlk gününden itibaren tarif edilemez bir emekle ortaya çıkan Doğuş gazetesinin ismi zikredilince, akla hemen Zeynel Abidin Ağabey gelir.
Yurt dışında bir süreli yayın organının, bir gazetenin çıkarılması ve bugüne dek yaşatılması, büyük bir tanıklık ve derdi olanlara bir yurt temin etme çabasıdır. İnsanın isminin böyle güzide bir kurumla özdeşleşmesi büyük bir lütuftur. Bu işin bir yanı. Peki kisve-i tab’a bürünene kadar yaşananlar? Kadro, dizayn, reklam, basım süreci… Ben kendimden biliyorum. Yazılarımı çok az, zamanında göndermişimdir. Çok çektirdim. Ama her defasında o tatlı diliyle, “Yazını bekliyorum.” uyarısıyla peşime düşmesi, zor işler cümlesindendi.
Bir de gençlerin yazmaya uzak olmalarından, gazeteyi sahiplenmemelerine şikâyet demeyelim ama çok üzülür, çarelerin neler olabileceğini sorgulardı. Galiba “matbu gazete gözden düştü” diye düşünüyordu herkes. Dijital çağ ne de olsa. Gençlerin gazetede yazmalarını önemsemesi ve bu konuda dertlenmesi bana göre çok soylu bir tavırdı. “Dönen oluyor mu?” diye sormuştum en son görüşmemizde. “Hayır.”
Rahmetli Teoman Duralı Bey’in şu sözü bu durumu özetliyor aslında: “Hayatında bir fidanın olgunlaşmasını izlememiş, bir kuzunun doğumuna şahit olmamış çocuklara Allah’ı anlatmaya çalışıyoruz.” İlk emri “Oku” olan bir inancın mümessilleri olarak, hamasetten dijitalin kutsanmasına yelken açmak… Hadi bunu da “İhtiyarlıyoruz.” diyerek savuşturalım şimdilik.
Bu hercümercin içinde nasıl ayakta duruyor? Feleğin cefası da cabası… İnançla, davasına adadığı bir bilinçle. Güç zehirlenmesi yaşayanlar ya da kaybetmenin öfkesine kapılanların nobran diline tevessül etmeden, herkesle konuşabilmesi, kendi ile inancı arasında dengeyi kurabilmesi ile açıklanabilir. Bu tavrını gazete aracılığıyla, toplumumuzun konuşabileceği ortak bir zemine çevirdiğini de görmekteyiz.
Pek çok insanın hayatına dokunabilmek, imkân bulamayan yetkin insanların kendilerini feda edeceği bir ortamı yıllarca sürdürebilmek, örselendiğimiz, yok sayıldığımızda, yayınlarıyla bunu kamuya aşikâr etmesi çok kıymetlidir. Yıllardan beri süren bu yolculuğun şahitliği ve sonraki nesiller için arşiv olarak ulaşılabilecek olması ise çok heyecan verici. Düşünün yüz yıl sonra arşivlere giren bir gencin, tarihî bir tanıklık olarak gazeteleri incelediğinde bu büyük çabanın ve kahramanlarını göreceğini bilmek büyük bir saadet, sadaka-i cariyedir.
Yıllar önce başlayan irtibatımız bugün de devam ediyor. Bir büyük olarak himmet edip yazı yazmamıza imkân verdi. İnsanlar tanıdık. Her zaman müteşekkirim. Bir yad-ı cemil olsun diye, hayatın yoğunluğu içinde eksik bıraktıklarımızı tamam etmek niyeti ile bu satırları yazdım.
Ve derim ki “Ben dost yüzün görmez isem bu gözlerim nemdir benim.” Ve yine derim ki, “her şey için çok teşekkürler ederim Zeynel Abidin Ağabey.”
Behçet Ali Şeker —◄◄