
Kabağın da bir sahibi var!
Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Derviş usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
“Vur usturayı berber efendi.” der. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş bir yandan da aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır.
Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak;
“Kalk bakalım kabak derviş, kalk da tıraşımızı olalım” diye kükrer.
Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ne de olsa mahallenin kabadayısı, elinde silah, astığı astık, kestiği kestik. “Ne diyorsak o” diye ortalıkta dolaşan bir belalı. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında sürekli aşağılar dervişi, alay eder. “Kabak aşağı, kabak yukarı!” Konuşur durur. Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir kabadayının karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın; bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyari sorar: “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir: “Vallahi gücenmemiştim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!”
Türkiye izinleri ve izlenimleri…
Rahatsızlığımız nedeniyle -çok istememize rağmen- bu yıl sıla-i rahim/izin yapamadık. Gelen eş-dost, akrabalardan memleketin ahvalini sorduk.
Her yıl izin dönüşü insanlarımızın Türkiye ile alakalı izlenimlerini sizlerle paylaşıyoruz. Bu yıl da dönenlerden duygu ve düşüncelerini sorduk. Her yıl, ilk izlenimleri; insanların nasıl bir yozlaşma, çürüme, ahlâki bozulma içerisinde oldukları hususunda oluyordu. Bu yıl aşırı sıcaklıklar, pahalılık ve insani ilişkiler ilk üç sırada yerini almıştı.
Bu hafta Cuma hutbesinde sevgili hoca efendimiz şu ayet ve hadisi okuyunca Türkiye ve dünyada yaşanan bütün olumsuzlukların sebebini daha iyi anladım.
Rabbimiz “Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!” buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın onları kendi katından göndereceği genel bir azaba uğratması kaçınılmazdır” buyurarak yaşadığımız her türlü sıkıntının adresini bize gösteriyor.
Toprağın bile, üstünde yürüyenlere tahammül edemediği için büyük bir kuraklık yaşıyor ülkemiz. Ürün ve mahsullerde korkunç bir azalmanın olduğu bir yıl yaşıyoruz. Bağlar, bahçeler bir tek ürün vermedi, barajlar kurudu. Ülke ve halk olarak maalesef zalimlerin yanında olduk, mazlumlara sırtımızı döndük. Ne onların zulümlerine engel olduk ne de o zalimlerin ürünlerine boykot uyguladık. Onlara desteğimizin bedeli de ağır oldu.
Helâk olan eski kavimler için: “Onlar günah ve isyanda sınırı aştıkları için gayretullaha dokundu. Allah da onları helâk etti.” denilir. Ancak Allah’ın gayreti, insanların gayretine asla benzemez. Cenâb-ı Hakk’ın yüce zâtına yakışır ve kutsiyetine lâyık bir gayreti vardır. Onun bu yüce gayreti, çoğu kez, günah ve isyanda sınırı aşanları cezalandırma şeklinde tecellî eder.
Biz Gazze’ye sahip çıkamadık; onu eşkıyaların, katillerin insafına terk ettik. Kundaktaki bebeler, 80’lik dede ve nineler, yataktaki hastalar, okuldaki talebeler gözlerimizin önünde katledildiler. Onların bu sessiz, masum gidişleri ve bizim umarsızca seyredişimiz gayretullaha dokundu. Ne toprak ekileni verdi ne gök rahmeti indirdi.
Sadece Gazze’ye sahip çıkmadığımız için cezalandırılmadık elbette. Her türlü haramı mubah saydık, anadan üryan sokaklara daldık, bir liraya aldığımızı 10 liraya sattık, helal olana haram kattık, Allah ve resulünü dolayısıyla ahireti; hesabı, kitabı unuttuk. Akrabaya sırtımızı döndük, üç günlük dünya için fırıldak olduk. Gözümüz o kadar aç ki, atla, katla, yatla doyuramadık. Bir avuç toprak, bir parça kefenin yeteceğini hesap edemedik.
Zalimler ve onların destekçileri için bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: “(Resûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.”
Ne mutlu ki Müslümanım, ne mutlu ki korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı o ceza ve hesap günü var. Bekleyin o günü ey zalimler ve onların destekçileri…
Kalbin üç hâli: Gönül, Yürek, Kalp…
Beş ay önce kollarımdan başlayarak göğüs kafesime yayılan bir ağrı, yanma ve baskı vardı.
Ciddiye almadık, geçmeyince ev doktoruna göründüm, şikâyetimi dinledi ve hastanenin ilgili bölümüne sevk etti. Tetkik, araştırma, tahlil sonuçları sonrası, kalp damarlarında daralma olduğu tesbit edildi. Önce ilaçla tedavi yoluna gidildi. İlaçların gözle görülür bir tesiri, faydası olmayınca da anjio yapılmasına karar verildi. İki damarı açmak için 3 adet stent yerleştirdiler. Hekimler operasyonun iyi geçtiğini söylediler ben de kendimi daha iyi hissediyorum. Rabbime şükürler olsun.
Hastalıklar ömrü kısaltmaz, doktorlar da uzatmaz. Bir ömür süremiz var, vakit gelince kimse ecelin önünde duramaz. Ne servetinin gücü yeter gidenin önünde durmaya ne de en uzman hekimlerin vereceği reçeteler.
….
Ünlü filozof Sokrates bir gün eve geç gelmiş. Karısı da sürekli bunun nedenini soruyormuş. Konuşmuş, bağırmış çağırmış Sokrates hiçbir tepki vermeyip, susarak önüne bakmaya devam etmiş.
Bunun üzerine öfkesini yenemeyen, hızını alamayan karısı bir kova suyu Sokrates’in kafasına boşaltmış. Sokrates ise gayet sakin bir şekilde cevap vermiş: “Bu gök gürültüsünden sonra böyle bir sağanak bekliyordum”
Ağabeyimi henüz 44 yaşında, işinin başında iken; babamı 79 yaşında iken alışveriş sonrası dükkândan çıkarken -AYAKTA- kalp krizinden kaybeden biri olarak böyle bir durumu bekliyordum açıkçası.
Her ne kadar sigara ve alkol kullanmasam da,
bir tek esmer tenli bir çay alışkanlığım vardı; bu durum da bizi umutlandırıyordu.
Doktor, bu sıkıntının genetik ve üzüntü ile alakasını anlatınca, beklentimin ne denli doğru olduğunu daha iyi anladım.
Yine kalbimin bir gün bana bu sürprizi yapacağından adım gibi emindim.
Zira abim ve babamın gidişiyle dünyayı omuzlamış bir hâle gelmiştim.
Ve insanın insanlığı öldürdüğü bir dönemde her şeyi dert eden, dünyanın, insanlığın geleceğinden kaygı duyan, bir çocuğun göz yaşlarında boğulan, adalet, merhamet, barış, sevgi dolu bir dünyayı arzulayan, insana muhabbet duyan birinin kalbinin yükü ağır olur. İşte bundan dolayı da bir gün kalbimin tekleyeceğini, tökezleyeceğini biliyordum. Her ne kadar doktorumuz tahlil sonuçları sonrasında “kalbin çok temiz” dese de böyle bir sıkıntıyı yaşayacağımdan emindim.
Bir sineğin bile fersiz kanat çırpışına üzülen, Filistin’in yıkılışına, çocukların çaresizliğine bir şey yapamayan, derin sevgilerin yumağında kaybolan kalp ne yapsın.
…
Yürek, gönül ve kalp…
Kalp, maddî ve manevî olmak üzere iki mânâda kullanılır. Birincisine yürek, diğerine de gönül denilir. Maddî kalp, (yürek) çam kozalağı şeklinde, kılcal damarlara kadar kan pompalayan ve insan hayatını devam ettiren bir organdır. Diğeri ise, (gönül) şuur, vicdan, idrak ve muhabbet gibi manevî âlemlerin merkezi konumunda ve mekânı olmayan Rabbanî bir duygudur. İşte insanın asıl kıymeti ve hakikati, bu manevî kalp sayesinde anlaşılır ve bilinir.
İşte “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım.” sözü, “onun ile bilindim” anlamına da gelmektedir.
Ne mutlu ki Siyonist Yahudi’nin, Evanjelist Hristiyan’ın zulmüne, Müslümanın duyarsızlığına karşı çıkan korkusuz bir yüreğe, insana muhabbet duyan bir kalbe, Yaratanını tanıyan şuurlu, merhametli bir gönüle sahibim…
Dua ediyor, dua bekliyorum, dostlar… Nitekim ameliyat süresnce hepinizi yanımda, dualarınızı başım üzerinde hissettim.
29 Ekim’de seçim var…
İsrail vahşetinin Hollanda şubesi olarak çalışan Wilders, beceriksizliği yüzünden hükûmetten ayrılmıştı. Koalisyonun dağılmasının ardından parlamento 29 Ekim 2025 tarihinde erken seçim kararı aldı. Hollanda’yı büyük bir boşluk ve belirsizliğe sürükleyen Netanyahu sevdalısı Wilders yine kamuoyu yoklamalarında 30 sandalye ile birinci parti gibi gösteriliyor. Yine İsrail sevdalısı VVD lideri Yeşilgöz ise partisinin sonunu getirmiş bir vaziyette, 15 milletvekiline düşürmüş gözüküyor.
Bizim bu seçimlerde bir tek oy kaybı yaşamadan sandığa gitmemiz ve bu ırkçı, kafatasçı, İsrail vahşetini savunanlardan bu ülkeyi kurtarmamız lazım. “Bana ne seçimlerden” derseniz, Wilders gibi bir belayı da sürekli ensenizde hissedersiniz.
Zeynel Abidin KILIÇ—◄◄
