
Merhaba değerli dostlar,
Muazzam ve mükemmel bir medeniyetin sahibi olduğumuzun şükrünü ve şerefini hatırlatarak konuya girmek istiyorum.
Temel bilgiler dersinde çocuklara insanın menşei ve varlık sebebini anlatırken, “Allah’a kulluk için yaratıldığımızı, soy olarak da Adem baba ve Havva anamızdan geldiğimizi” söyleyince, 11 yaşındaki bir çocuğumuz çok ilginç bir tespitte bulundu: “Hocam bu kadar ‘felsefik’ (derin ve zor konuları) biz nasıl oluyor da kolaylıkla bilebiliyoruz.” demişti.
İşte bütün mesele bu!.. Çocukluğumuzdan bu yana bu gerçekleri çok kolay bir şekilde bize öğreten İslam nimetinin ve medeniyetinin kıymetini bilebilmek.
Biz İslam’ı ve insanlık tecrübesine dayalı tüm hikemî bilgileri, tarihin bir noktasından başlatarak değil, tüm zamanlar ve mekanların hepsine vakıf ve mensup olarak (benimseyerek) biliriz. Çünkü Kur’an bize İslam tarihini insanlık tarihiyle birlikte başlatarak, varoluştan ölüm ötesini/ ahiret ve sonsuzluğu kolayca derli toplu, berrak ve net öğretir.
Buna mukabil ilmi tekeline almış, İslam’ı da diğer dogmatik dinlerle karıştıran cahil kocaman bir güruh var ki bunlar sözde ilim adamı, “düşünce ve bilgide koca karı gibi sığ, konuşmada ise feylesof gibi konuşan” bu bilgiçler meseleleri muğlak ve tekellüfle ağzını eğip bükerek anlaşılmaz bir muammaya çevirirler.
Belki de bunların çıkmazı, vahye kör ve sağır kesildikleri için, işin içinden çıkamıyorlar.
Bizim kimliğimiz nedir ve nereye aitiz?.
Bizim için kolay gayrımız için meçhul ve muamma dediğimiz şey işte bu!..
Sadece bir cümle: (Ademin nesli, İbrahim’in milleti, Muhammed’in ümmetiyiz.)
1- Adem’in (as.) nesliyiz:
Tüm insanlık bir erkekle bir kadından bu yana çoğalarak gelmiştir.
Maymundan gelindiği safsatası ise son yüzyıla ait komik bir iddiadır.
Bu bağlamda siyah-beyaz, doğulu-batılı olan herkesle aynı soydan gelen (insanlıkta) kardeşiz.
2- İbrahim’in (as.) milletiyiz: “Milleti İbrahim’e hanifâ..” (Âli İmran 95)
Millet, (bir ırka/ kavme, ülkeye değil.) bir inanca (dîne) mensup olan insanlar topluluğuna denir. Bugün tahrif edilmiş bir kavram da “Millet” veya “Milliyet” kavramı. Bozulduğu bir yana bir de manasının zıddına, (ümmetten ulusa / ‘ırka’ ve ‘ırkçılığa’) inkılap ettirilmiştir. İslam’da hem ırkçılık haram hem de ırkını ve rengini inkar etmek haramdır. Çünkü, “diller ve renkler (ırklar) Allah’ın ayetidir.” (Rum 22.)
Irklarla ilgili araştırma yaparken bazıları diyor ki, “Ben Türklerden nefret ederim, ben falanları hiç sevmem, ben yüzde yüz İngiliz’im vs..”
O iddiacı ve ırkçı kişilerin DNA testinde, kimisinde %30, kimisinde %60 düşmanlık ettiği ırka aidiyet tesbit ediliyor.
Allah, bize insanlara soyu sülalesi, anası babası üzerinden yargılamayı değil, tamamen şahsiyeti üzerinden bakmamızı öğütlüyor: ‘Ve lâ teziru vâziratün vizra uhrâ – Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.’ (En’âm, 6:164; İsrâ, 17:15; Fâtır, 35:18; Zümer, 39:7).
Hristiyanlık Adem’in (as.) günahını tüm insanlığa yükler ve herkes güya günahkâr doğar.
İslam’da ise, “Her doğan günahsız, bir fıtrat üzere tertemiz doğar.” Akil ve baliğ olduktan sonra günahı suçu yetkin iradesiyle tercih ederse sorumlu tutulur.
Bugün Halid b. Velidin Arap, Selahaddin’i Eyyûbi’nin Kürt, Sultan Alparslan’ın veya Fatih Sultan Mehmed’in de Türk oluşu inananlar açısından hiç bir farklılık ifade etmez.
Çünkü biz tarihimizde İslam’a hizmet etmiş hiç bir değerimizi ırklar ve bölgeler üzerinden ötekileştirerek tanımlamayız.
Fakat Türk kelimesi ile ilgili önemli bir nüansı açıklamak zorundayız:
Osmanlı hanedanının Türk ve tüm İslam ülkelerinin halifesi olması (temsil etmesi) hasebiyle, Hristiyan Avrupa: Arap, Kürt, Çerkez, Laz vs. ayırmadan tüm Müslümanlara “Türk” demişler. Burada “Türklük” kelimesi etnik anlamıyla değil, üst kimlik (Millet) olarak kullanılmıştır .
Buna mukabil bizde, Fransızlara ait “Frenk” kelimesini tüm batı Avrupalılar için kullanmışız.
İsmet Özel’in kafa karıştıran ve zahirde reddedilmesi gereken “Türklük: (eşittir) İslam” vurgusu, herhalde bin yıllık bir realitenin haklı savunuculuğunu ifade ediyor. Bizim eskiden kullandığımız “Türk mü, gavur mu” cümlesinin, “Müslüman mı gavur mu” anlamında kullanıldığından da anlaşılıyor ki Türklük İslam’la perçinlenmiş/eşleşmiştir.
Peki bugün öylemi?..
3- Hz. Muhammed’in (sav.) ümmetiyiz:
Her peygamber aynı görev ve emirlerle insanlara gönderilmişlerdir. Ancak çoğunluğu sadece kendi halkına tebliğ ve davette bulunmuştur. Ama Hz. Muhammed (sav.) tüm ülkelere/insanlara ve hatta âlemlere gönderilmiş bir peygamberdir. (Enbiya 107.)
Bugün Hz. Musa (as.) ve Hz. İsâ (as.) da gelse Hz. Muhammed’in (sav.) şeriatı (kanun ve kuralları) üzere amel edip liderliğine bağlı kalarak hareket etmekle mükelleftir.
Merhum Cemil Meriç bir kitap başlığında, “Işık doğudan gelir.” diyor. Bu söz fiziki anlamından daha çok mecaz olarak “Doğu medeniyetinin” aydın/üstünlüğünü ifade ediyor. Avrupa/ batıdaki “Aydınlanma” ve “Laiklik” kavramları ise kendi serüvenleri içinde kilisenin dogmatik baskısı ve “Karanlık çağdan” kurtulmasının bir ifadesi olarak kullanılıyor. Doğu toplumuyla ilgisi olmayan bu slogan ve kavramlar içimizdeki ezik ve satılık tipler yüzünden eğitim, medya, basın, kanun hükmü ve gerekirse dipçikle bir milletin kimliğini paramparça etmiştir.
Misal, orucu, haccı İslam takvimi üzerinden (ayı esas alarak) tutarken, miladi (başlangıcı) ve tüm seneyi Hristiyan takvimine göre yaşıyoruz. “Bu ne yaman çelişki anne.”
Ancak içinde bulunduğumuz zaman ve mekânın üzerine çıkıp insana ve İslam’a evrensel değerlerle (tevhit nazarıyla) baktığımızda doğu ve batı ayırımı kalmıyor.
“O (Allah) iki Doğu’nun da Rabbidir, iki Batı’nın da (bütün yönlerin ve ülkelerin) Rabbidir.” (Rahman 17.)
“Allah göklerin ve yerin nuru(nun kaynağı)dır. O’nun nurunun sembolü, içinde kandil bulunan bir ışık mahalli gibidir. O kandil kristal bir fanus içindedir. Öyle bir fanus ki, sanki inci gibi (parıldayan) bir yıldız/ gezegen. O kandil, “doğuya da batıya da ait olmayan” mübarek bir zeytin ağacından elde edilmiş bir yakıtla tutuşturulur…” (Nur 35.)
“Bu temsilden anlıyoruz ki, Kur’an’ın hakikatleri, yalnız doğulu insanları değil, batılı insanları da aydınlatan, onları da tatmin eden ışığa sahiptir. Şarklıların kalbini aydınlattığı gibi, Garplıların/Batılıların kalbini/ aklını da aydınlatır.”
Dolayısıyla bir mü’min faydalı bilgi veya icat edilmiş araç ve gereci herhangi bir komplekse girmeden değerlendirmeli.
Çünkü Efendimiz (sav.), “Bilgi, hikmet müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa (ve kimden olsa) alır.” buyurmuşlardır.
Bu ayetler ve hadisler bize Avrupa’nın “gavur toprağı” olmadığını öğretirken, eğer iman ve ahlâk yoksa Kabe’nin dibinde de olsa (Ebu Cehil gibi) bir faydası bulunmayacağını göstermeli.
Bugün Avrupa’da yaşayanların cenazelerini kendi ülkelerine götürme ameliyesi eğer buradaki definlerin süreli oluşundan kaynaklı ise anlaşılır ama buralar “İslam toprakları”(!) değil inancıyla memlekete naklediliyorsa çok yanlış bir karardır. Geçmişte böyle bir uygulama (cenazeleri uzaklara nakletme) olmamış hatta sahabenin büyük bir kısmı Çin ve Roma toprakları gibi dünyanın bir çok yerlerine kadar gitmişler orada kalmış ve vefat ettikleri diyarlara defnedilmişlerdir. Ve bu durum oraların vatan olarak benimsenmesinde de etkin olmuştur.
Allah’a hamd olsun, haftada ayda bir Hollandalı veya başka ülkeden gelmiş bir kardeşimiz camiye gelip şehadet getirerek İslam’a giriyor. Filistin zulmüne karşı aynı dinin, toprakların gafil ve hainleri sessiz kalsa da, doğudan ve batıdan insan onuru taşıyan herkes haykırıyor.
Zalim bizden de (!) olsa ona karşı, mazlum başka dinden de olsa yanında olmamız gerektiğini vicdanı bozulmamış insanlar bize hatırlatıyor.
“Lâ şarkıyye Lâ garbiyye illâ islamiyye illâ islamiyye!..”
Evet.. Tüm erdemlerin toplamı olan İslam, doğudan, bir coğrafyadan yayılmış olsada bütün insanlığın evrensel ortak değeridir.
O hâlde ona gölge yapan tüm ihsanları reddediyor, ne doğu, ne batı, ne sol ne sağ diyoruz.
“(Gerçek) iyilik, yüzlerinizi doğu ve(ya) batı tarafına çevirmeniz değildir. Gerçek iyilik, kişinin Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere inanmasıdır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (yardım) isteyenlere ve kölelere sevdiği maldan harcamasıdır.”
(Bakara 177.)
Murat Altun —◄◄