
“Halk içre bir âyîneyim, herkes bakar bir ân görür, Her ne görür kendin görür, ger yahşi ger yaman görür.” (Niyazi Mısri)
Galiba, teori üzerinde çok konuşuyor, temsiliyeti ihmal ediyoruz. Teklifimizin teorik yönünü konuşmak daha cezbedici, temsiliyeti ise yük olarak görülüyor. Neden yük olarak görüyoruz? Bunun kişisel ve mensup olunan kültürün son yüzyıllarda yaşadığı travmalarla bir alakası var, bu birincisi. İkincisi ise, temsiliyet kanlı, canlı bir durum olduğu için, insanlara kendini hissettiren bir ağırlığı var. Her hâliyle yapmak, göz önünde ve insanın içinde olan, kendini hissettiren bir şey. Şimdi bunlar üzerine biraz konuşalım.
“İslâm dininin maksadı; insanların faydasına olanları gerçekleştirmek, bunları korumak ve insanlardan zararı uzaklaştırmaktır. Buna “maslahat” denir. Ancak maslahatlara insanların istediklerine göre değil, Allah’ın koyduğu çerçeve dâhilinde itibar edilir.
Maslahatları üçe ayırmak mümkündür. Zarurîyyat, Hâciyyât, Tahsiniyyât. Tahsiniyyât; Hayatı güzelleştirmeyi hedefleyen ve insanı mükemmeli aramaya teşvik eden -zarûriyyât ve hâciyat düzeyine çıkmamış- düzenlemeleri ve bunların sağladığı faydaları ifade eden fıkıh usulü terimidir.”
Ramazan ayındayız. Ramazan ayı dolayısıyla ilahî buyruklar var yerine getirmemiz gereken, bir de etrafında toparlanan tahsiniyyât ortamı var. Buyruklar ile onun etrafında ortaya çıkan tahsiniyyâtın, hayatın ilerleyişi açısından ve modern hayatın iğvasından korunmak bakımından önemlidir. Teori hakkında konuşmanın öne çekilip, temsiliyetin geri plana itildiğini örneklendiren şöyle bir gözlemim oldu. Bilmiyorum katılır mısınız? Camilerimizde okunan mukabelelere iştirak edenlerin çok büyük kısmı Hollanda doğumlu olmayan insanlarımız. Daha çok ağır kelami, fıkhi meseleleri konuşan özellikle burada doğmuş insanımızı mukabele ortamlarında göremedik. Bunun ilginç olduğunu düşünüyorum. Zira bu bize, iki yönden dikkatli olmamızı salık veriyor. Birincisi, kullandığımız din dilinin muhataplarda lafız düzeyinde kaldığı, ikincisi tahsiniyyâtın küçük görülmesi/iptali ile sonraki nesillere sarkacak akide problemine sebep olunması.
Burada dikkatimizi teksif etmemiz gereken önemli hususlardan bir diğeri zaman ve mekân algımızın durumu. İnsan, zamana ve mekâna bağımlı bir varlıktır. İlahî hitabın/teklifin muhatabı olarak, zamanın ve mekânın içine, itikadi ilkelerini (en başta tevhidi) koruyarak/yaşayarak nasıl girdiğini anlamamız gerekir. Yani bu ülkede ve şimdi (zaman ve mekân) yaşayan bizlerin, itikadi/varoluşsal ilkelerini nasıl hayatın içine taşıyıp taşıyamadığımızı irdelememiz lazım. Bunu bir örnekle açalı: Meleklere iman amentü esaslarındandır. Her Müslüman yaptığı iyilik ve kötülükleri yazan yazıcı meleklerin (kirâmen kâtibîn) varlığına şehâdet eder. Bunu ilke olarak kabul eden ve anlatan insanların elinden nasıl kötülük ortaya çıkıyor? Bunu ilke olarak anlatmanın yanı sıra, temsiliyetin eksik kaldığını görebiliriz. Zaman ve mekândan kopuk, kendimizi kandırarak oluşturduğumuz bir dünyanın içinde teorik bilgi olarak dönüp durmaktadır. Bakara süresinde “Allah’tan ittikâ ediniz, O size öğretir” âyet-i kerimesi ile birlikte “Bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmediğinizi öğretir” hadis-i şerifini beraber ele aldığımızda, bildiğimizi yapmanın bilgi kaynağı olduğunu görebiliriz. Namaza dair bilgimiz yanında, namazı kılmak ayrı bir bilgi kaynağıdır. Oruç ibadetini bilmek yanında oruç tutmak, diğer bir bilgi kaynağıdır. Elde etiğimiz bu bilgiler tahsiniyyât ile daha inceltilerek zevk haline getirilir. Bunun neden önemli olduğunu modern hayatın insana dayattığı ‘herkesleşme’nin ve bütünlük fikrinin iptalinin yol açtığı derin krizle açıklayabiliriz.
Modern hayatın, her yönüyle parçaladığı insanın daha kolay yem olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu parçalanmaya karşı Efendimiz’in (AS) ‘bütün insan’ örnekliği ve fıtratın diğer karşılığı olarak sünneti, bize buradan bir çıkış yolu verecektir.
Temel ilkeleri hayatın içine aktarırken günümüz insanı, zihin berraklığını kaybetmesi sebebiyle alacaklı tüccar dili ile konuşmaktadır. Bu ilahî olan ile, hem de insanlarla ve çevremizle irtibat kurarken böyledir. Hayatı dikte şeklinde, helal-haram, kafir-müşrik, bidat-hurafe kavramları etrafında, ilzam edici bir şekilde yaşamak, günümüz insanında ‘din yorgunluğu’na sebep olmuştur. Efendimiz (AS) “Mü’min mü’minin aynasıdır.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 49; Tirmizî, “Birr”, 18) buyurmuştur.
Malumunuz Allah’ın (cc) esmasında birisi de el Mü’min’dir. Rabbimizin zatına duyulan sonsuz güveni ifade eden “Mü’min” ismi vardır. ‘Mü’min mü’minin aynasıdır’ hadisini buradan hareketle anlamaya çalışırsak, bizi tahsiniyyât alanına çıkaracaktır. Bakışımıza, dilimize, kulluğumuza mertebe kazandıracak, neş’eyle, aşkla, gönülden gönle akarak, aynayı hep kendimize tutarak yaşamamıza imkân verecektir.
Sahabeden birisi soruyor: “Yâ Rasûlullah, Ebu Cehil geldi; ‘Ne kadar çirkinsin.’ dedi, ‘Haklısın.’ dediniz; Ebu Bekir geldi; ‘Ne kadar güzelsiniz.’ dedi, ona da ‘Haklısın.’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in cevabı bütün insanlığın gönül evine mesaj hususiyeti taşımaktadır: “Kişi kendisi nasılsa, karşısındakini de öyle görür. Ben Allah’ın cilaladığı bir ayna gibiyim. Ebu Cehil baktı kendisini gördü ve çok çirkinsin dedi, haklıydı. Ebu Bekir baktı o da kendisini gördü, çok güzelsin dedi, o da haklıydı.” buyurur.
Bir Pir’in nutku şerifi ile bitirelim….
Arif isen bir gün seni seslerler
Bülbül deyü gülistanda beslerler
Bir gün seni rehberinden isterler
Kimin izni ile girdin yola sen?
Özün eğri ise yola zararsın
Derdini yetişmiş, derman ararsan
Maslahatın nedir şarı sorarsın?
Sarraf olmayınca girme şara sen
Kapıdan çıkınca köşe gözetme
İçin karartıp da dışın düzeltme
Şah Hatayi ötesini uzatma
Mü’min isen bir ikrarda dura sen
Behçet Ali Şeker —◄◄