Merhaba değerli dostlar.

Hüzün ve kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, borca batmaktan ve insanların kahredici tesirinden Allah’a sığınarak konumuza geçelim.

Hepimiz bir kadere bağlı olarak bir yerde doğup oranın iklimiyle yetişiyoruz. Aile terbiyesi ve o toplumun genel eğitimi, kültürü, inancı vs. etkileri ne ise  karakterimizde öyle oluşuyor. Dinlediğimiz şarkı/türküler, baktığımız filmler dahi ruhumuzda olumlu-olumsuz iz bırakıyor ve yıllar geçse de o duygulardan kopamıyor, kurtulamıyoruz.

Geçmişten bu yana yaşanmış ve bilinçaltına işlenmiş her şey, gündüz hayal dünyamızı işgal etmekle kalmıyor gecede rüyalarımıza yansıyor.

Bundan dolayı insanların bazı garip hâl ve hareketlerine kızmadan önce anlamaya çalışmak lazım. “Onu hangi ana-baba ve kötü şartlar o hâle soktu acaba?” diye düşünmek gerek.

Saatli bomba gibi ne zaman patlayacağı belli olmayan psikopat bir tanıdığım ile konuşurken, kendi kendime, “Bu adam niye böyle oldu acaba?..” diye tam düşünüyordum ki (tevâfuk) konu, “Babasının annesini demirle nasıl dövdüğüne ve annesinin de zaten normal bir kadın olmayıp babasını zıvanadan çıkaracak kadar serkeş, çatlak biri olduğu…” yere gelmişti. Bunu duyunca o kişiye karşı bakışım değişmiş ve kızgınlığımın yerini üzüntü ve merhamet hissi almıştı.

“İnsan doğulmaz, insan olunur.”  sözü herhâlde, dünyaya boş bir defter gibi gelip hangi tercihler ve ameller ile doldurup ne olduğumuzu ortaya koymayı anlatıyor.

Nasıl ki yaptığımız güzel işler değer ifade ediyorsa, bir o kadar da insan onuruna yakışmayan -fakat nefse hoş gelen- şeylere karşı (kendimizi tutup) yapmamamızda değer ifade eder.

O yüzden insan yalnız kendisiyle değil,  aile, akraba, komşu, mal, makam, tabiat, hayvanat yaş-kuru herkesle ve her şeyle imtihan olur ki vasfı (ne olduğu veya ne olmadığı meydana çıksın.)

“Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur…” (Mülk 2)

Âlem zıdların varlığı ile anlam ifade ediyor, anlaşılıyor.

Mesela, cimrilik olmasa cömertliğin kıymetini nasıl bilecektik?. Korkaklık, kalleşlik, bencillik olmasa mertliği, dürüstlüğü, yiğitliği ne diye övecektik?

Hain kişiyi alçaklıkla kınarken, sadık/emin kişiyi şerefle nasıl vasfedecektik?..

İşte her şey de olduğu gibi Allah’ın övgüsü, kıymet vermesi de bir erdeme dayanıyor.

“De ki: “Eğer dua ve ibadetiniz olmasaydı, Rabbim olan Allah, ne diye size değer verecek…” (Furkan 77.)

 

Piri Mevlânâ büyük insanları överken, “Onların işleri, eserleri ‘dilsiz dudaksız’ da konuşurlar…”  der. Yâni, güzel hizmetlerin insanlara ‘hâl diliyle’ çok şey anlattığını ifade eder. Tıpkı atasözünde olduğu gibi:

“Eşek ölür semeri kalır; insan ölür, eseri kalır.”  Eserler ise ölümsüzdür.

İz bırakayım derken izlerini silmeye çalışmak..

İdealist bir düşünce olarak, “Hayatta iz bırakayım” diye düşünürken zaman zaman insan. Fakat imtihanın cilvesi bir kündeye/oyuna gelir de utanır tüm varlığından ve bu seferde ardında “iz bırakmadan” geçip gitmek ister bu âlemden.

Genelde hoşumuza gitmeyen şeyler ile imtihan olur ve tecrübe sahibi oluruz.

Tecrübe ise, kitaptan öğrenilmiş ve kulaktan duyma teorik klişe bilgilere benzemez. Onun değeri herhangi bir paha ile de ölçülmez. Çünkü içinde emek, ter, sabır, gam, çile vardır. Aldatılma/kazıklanma, inkisar-ı hayal vardır.

İşte böyle…

İnsan çapına/istidatına, ahlâkına (yani imanına-inkârına göre) yaptıkları ettikleri ile kabını/dağarcığını doldurur, bütün bu yaşanmışlıkları ne ise kendisi de aslında odur. Kendi küllerinden doğma misali  kendinden bir şey olur. Kendi adını/ karakterini kendi koyar.(Vasfını belirler.)

Kişinin iyi-kötü yaptıkları nasıl bir bağlayıcılık ifade ediyorsa, yine iyi-kötü yapmadıkları da öyle bağlayıcıyı, yani aleyhte -lehte bir mana ifade eder.

Bütün ellerimizle yaptığımız amellerimiz, kolumuzda bir künye olabileceği gibi kelepçede olabilir.

Boynumuzda onurla taşıyacağımız bir kolye olabileceği gibi bukağıda olabilir.

“Küllü nefsin bimâ kesebet rehinetün.” (Her kişi kazandığı şeyin rehinidir.)

Kazandıklarımızın eseri veya esiri/rehini olmak artık bizim irademize kalmış.

Bu konuyla ilgili Kur’an’da bir çok yerde olduğu gibi Müddessir süresinde de ihmal edilen bazı iş/amel/ibadetler ve inkârın kötü akıbetinden bahsederken Allah cc., (zamana bağlı olmadığı için), bizim için gelecekte olacak olayları Kur’an’da şimdiki ve geçmiş zaman kipiyle anlatıyor. Oradaki durumu sebep ve sonuç ilişkisi içinde bildirmesi gerekirken, önce sonucu/akıbeti  sonrada sebebini anlatması okuyan kişi için meselenin katiyetini (risk edilmeyecek kadar gerçekliğini) net bir şekilde açıklıyor:

“Her nefis, yaptıklarına karşılık bir rehindir; ancak hakkın ve erdemin tarafında olanlar başka.”

Onlar cennetlerdedir; günahkârlar hakkında birbirlerine sorular sorarlar.

“Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” diye uzaktan sorarlar.

Onlar şöyle cevap verirler:

“Biz namaz kılanlardan değildik;

Yoksulu doyurmuyorduk;

(Günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk,

Ceza gününü de asılsız sayıyorduk,

Sonunda bize ölüm geldi çattı.” (Müddessir, 38-47.)

Bir gün Behlül Dânâ hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid’in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:

-Bu ne hâl Behlül, nereden geliyorsun?

-Cehennemden geliyorum ey hükümdar.

– Ne işin vardı cehennemde?

-Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

– Peki, getirdin mi bari?

– Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar “Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir” dediler.

Behlül doğru söylemiş, kötülük ve zulüm insanın kendi elleri vd. organlarıyla olduğu için yakıtı/ çırası da kendisi oluverir.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ‘yakıtı insanlar ve taşlar’ olan ateşten koruyun…” (Tahrim 6.)

Murat Altun            —◄◄