“Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü, Istılahât-i ulûm ile müselman olmaz.” (Fuzûlî)

Kudema, “his, vicdan ve aklın bir araya gelmesiyle şuurun ortaya çıkacağını” söyler. Eğer şuurlu bir insandan söz edeceksek, onun eylemlerine duygunun, vicdanın ve aklın birlikte eşlik etmesi gerekir; aksi takdirde gerçek anlamda bir şuura ulaşmak mümkün değildir. Günlük hayatta “şuur” kelimesini sıkça kullanırız. “Şuurlu insan” denildiğinde ise genellikle, yaptığı işlerde bilinçli, farkında ve ölçülü davranmayı kastederiz. Ancak bu farkındalık hâli dile kolaydır; hayatın içinde ise oldukça zordur. Zordur, çünkü insan karmaşık bir varlıktır. Onun Hüdâ ile, kendisiyle ve çevresiyle kurduğu ilişkiler; yaşama tutkusu, ölümün farkında oluşu, hem mazlum hem de zalim olabilme potansiyeli gibi pek çok yönü, bu zorluğu anlamak için yeterlidir.

Hayatta olup bitenleri anlamlandırmak bizim için hayati bir konudur. Aksi hâlde iki yol kalır: Ya hazcı bir hayat ya da intihar. Fiziksel olarak yaşama son vermenin yanında, insanın kendini kendisine kapatması da bir başka intihar şeklidir. Bugün en yaygın olanı da bu galiba. Pek çok şeyin söylendiği, çok hızlı akan ve takibi neredeyse imkânsızlaşan bu çağda, en çok kendimizi ıskalıyoruz. Modern hayatın içinden sahih kalarak kendimize dönebilmek hakkında konuşmalıyız. Toplu katliamlar çağında yaşıyoruz. Savaşlarla topluca öldüremediklerini, metropollerde sahte mutluluklar ile öldürmektedirler.

Belki de kendimizden uzaklaşmamıza sebep olan şeyleri dile getirdim yine. Ama asıl mesele şu: “Ben ne olacağım?”. Yalnız kaldığımızda korkunç bir biçimde yüzümüze çarpan soru. Akan hayatın içinde biz nereye akıyoruz? Bu sorudan kaçış yok. Bu soruya ‘ben’ cevap verebilir miyim? Eğer cevap verebilirsek, bu nasıl mümkün olacak?” İnsanoğlunun özgürlüğünün teminatı, soru sorabilmesidir. Tahakküm kurmak isteyenler bundan korkar. Çünkü soru, duruşun en soylu biçimidir. Ama “kral çıplak” diyebilmek; önce kendi içimizde, sessizlikte cesur sorular sorabilmeyi gerektirir.

“Ben ne olacağım?” Bu, bir akıbet sorusudur. Tedirgin edici, ama kaçınılmaz. Başkalarının ölümü hakkında konuşabiliriz. Hayattayız, nefes alıp veriyoruz, sevdiklerimiz yanımızda. Ellerindeki poşetlerde çocuklarının parçalanmış cesetlerini taşıyan bir insan hakkında, yüksek kalitede konuşabiliriz. Ama mesela biz öldüğümüzde yanımızdakilerin, sahip olduklarımızın hiçbirinin bir faydası olmayacak. Yardıma çağırmak isteyeceğiz, olmayacak, kimse bizi duymayacak. O evlat acısının en ağırını yaşayan babanın hâlini tam olarak anlamamız mümkün değil. Başımıza geldiğinde ise bize özel olan acıyı tadacağız.

Soru sormak ve cevaplarının peşine düşmek; duyguları, vicdanı ve aklı tatil etmeden yol almak, insanı ifsat düzenlerinden koruyacaktır. Özellikle yaşadığımız hayatı, olan bitenleri, kendimizi ve evreni sorgulamamız sistematik biçimde engellenmektedir. Geçmişte bu baskı, totaliter rejimlerde askeri yöntemlerle uygulanırdı. Bugün ise bu baskılar, çok daha incelikli ve görünmez yollarla sürdürülmektedir. Toplumun genelinin şekillendirildiği ortamların dışında daha sahici ve derin kurumlarımızın ortadan kalktığını, “aydın, bilgin, hoca” diye önümüze geçirdiklerimizin son derece sığ, bilgi ve en önemlisi ahlâk yoksunu olduklarını görüyoruz. Stadyumları, kahveleri dolduran insanları kim ikna etti? “Bu insanların aydınlanmaya ihtiyaçları var” dediğimiz zamanlar geride kaldı. Artık her yer stadyum ve kahvehane hâline geldi. Ortak bir dil ortaya çıkardı bu yerler, “gürültü dili”. Fikir de çıkardı elbette ki, kuru hamaset. Stadyumda herkes bir şey söyler ama gürültüdür. Söylediklerinin doğru olup olmaması önemli değil, aynı tarafta olmanın tek tek herkese bahşettiği geçici güven hâli yeterlidir. Kalabalık ve gürültü…

“Hz. Peygamber’in (as) mirasına ontolojik/varoluşsal olarak varis olmak.” diye bir cümleyi not etmiştim. Bu cümleyi referans alıp kendimize ve olup bitene baktığımızda ortaya çıkan tabloyu nasıl yorumlayacağız?

Hz. Peygamber’i (as) zihnimizde kurguladığımız tarihin ve geleneğin yükünü aşarak, bugün varoluşumuzun temel dinamiği hâline getirmeliyiz. Hz. Peygamber’in (as) yaşadığı hayat, bize söyledikleri ve yapılmasına müsaade ettikleri ile bir bütün olarak kavramamıza engel olan her ne varsa yüzleşmeliyiz. Her çağda bu yüzleşmeyi başarmış büyüklerimizin hayatları ve eserleri ortada. Bunu bizim yapabilmemiz için öncelikli olarak sorularımıza sahip çıkmalıyız. Stadyumlardan, kahvehanelerden, kendimizi duymamıza engel olan kalabalıklardan ve gürültülerden hızlıca uzaklaşmalıyız. Bunun için sayılı vaktimiz var. Vaktimizi değerlendirmeliyiz. ‘Ben ne olacağım’ sorusuna, bir hedef olarak ‘özgür olacağım’ kararını vererek başlayabiliriz. Başlamak işin yarısı demektir…

Kusurumu, eksiğimiz çoktur lakin, Lâilahe illallâh Muhammedü’r-rasûlullâh.

Behçet Ali Şeker —◄◄