At, yaratılış özellikleri itibariyle insana en yakın canlıymış. Duyunca beni çok etkileyen özelliği, atların rüya görüyor olmalarıydı. Rüya, insanın iç âlemine açılan bir kapıdır. Atın mübarek oluşu boşuna değildir, mübarek bir canlıdır. Ademoğlunun yoldaşıdır. Bizim kültürümüzde ise at, çok önemli bir yere sahip(ti). Modern hayata geçişin önündeki en büyük engel at idi ve ülkemizde atlar çeşitli bahanelerle itlaf edilerek ortadan kaldırıldı. Sadece fiziken değil aynı zamanda zihnimizden de sürüldü at.

Bugün insan haysiyetine uyan bir hayatı yaşamak gittikçe zorlaşıyor. Kenarda, tenhada tutunarak korunma imkânımız da kalmadı maalesef. Kenar, tenha bir yer kalmadı. Bütün ilişkilerimiz, en mahreminden en açığına kadar birileri tarafından dizayn edilir hâle geldi. Bu hâlin ağır bir baskısı hepimizin üzerinde… İnsanın kendini bilmesi ve sınırlarına riayet ederek kendini gerçekleştirmesi beklenirken, insanlık için, insan sonrası dönemleri işaretleyen düşünceler ortalıkta dolaşıyor. Olup bitenler de bunu doğrular gibi.

Geçtiğimiz günlerde, hep ihmal ettiğim kıymetli büyüğümüz rahmetli Ayşe Şasa Hanımefendi’nin kitaplarını okumaya başladım. Geç kaldık ama olsun. İlk okuduğum kitabı ‘Bir Ruh Macerası’ idi. Varlıklı bir ailede, yabancı mürebbiyeler elinde yetişen! bir çocuğun, zaman içinde yaşadığı derin ruhi bunalımları ve mücadelesini anlatıyor. Kitapta iki ayrıntı dikkatimi çekti: Korunaklı, dışarıyla yani millet ile irtibatı olmayan bir ev ortamında, kurduğu tek irtibat sokaktan geçerken gördüğü seyyar satıcı. Bir de 16 yaşında Şişli’de bulunan La Paix Hastanesi’nin önünden geçerken içinden ‘Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım’ dediği kısım.

Bütün hayatı çok çileli ve ibretlik. Bu iki alıntı benim dikkatimi çekti. Dikkatimi çekti zira, bugün yaşanan hayatın ve insanın maruz kaldıklarını anlamak için ip ucu veriyor.  Dağınıklık bu çağın en başat görüntüsü. Birbirinden bağımsız, mış gibi yaparak süren yaşamlar. Bugün kendi inancının yorumunu ideoloji hâline getirip, onun etrafında öbeklenen insanların arasında işleyen dışarıya kapalı bir hayat kutsanıyor. İnsanlar kendi organizasyonlarını aşıp Allah buyruğuna intikal edemiyorlar. Olup bitenleri kendi bağlamından kopartarak, devamlı surette kendilerinin meşruiyetinin işareti olarak yorumluyor ve kendilerine korunmuşluk atfediyorlar.

İkbal’in  bir şiirinde dediği gibi ‘Vaizin cami kürsüsünde söylediklerini Peygamber duysa şaşırır kalırdı’. Zamandan ve mekândan bu kopukluk, insanımızı çağın nesnesi hâline getiriyor. O kadar ki, günlük konuşmalarımızın seyrine yakından baktığımızda, mazlum coğrafyalardan başlayıp, arsa ev işleriyle devam edip  sonunda tatil anılarıyla hitama erebiliyor. Bu sağlıklı bir zihin değil. Bunun en önemli sebebi zamanda ve mekânda yani bugünde olmayıştır.

Jamaika’da turistik geziler için basılan rehber kitapçıklarda, gezi güzergâhının sınırları belirlenmiştir. O sınırları aşıp yoksulluğu görmenize müsaade etmezler. Bosna’da da durum aynı. Kurgulanmış hayatlar ve sahneler. ‘Hakikate vasıl olmak’ için mensubiyetlerimizi gözden geçirmeniz gerekir. Yani çizilen suni sınırlarımızı gözden geçirmeliyiz.

O mensubiyetler etrafında örülen ilişki ağlarını sorgulamamız gerekir. ‘Yaşadığı gibi inanmak’ biçimine bürünen yapıları elimizle, dilimizle ve kalbimizle değiştirmeliyiz. Bu mücadelenin bizi çürüten konfordan uzak tutacağını, bizi diri kılacağını bilmeliyiz.

Gerçeklik ile ilişkimiz gittikçe zayıflıyor. İrtibat kurmak hususunda çok zorlanıyoruz. Narkozlu gibi. Bir örnek vereyim. Görüntüler paylaşılıyor. Eskiden (ne kadar eskiden, bilmiyorum) görüntü, meselenin anlaşılması için yeterli ve geçerli bir argümandı. Ama şimdi, aynı görüntü karşısında şu soruyu sorma ihtiyacı duyuyoruz: Gerçek mi? Çünkü yapay zeka ile ayırt edilmesi çok zor yapay, manipülatif görüntüler üretiliyor. Bu “gerçek mi?” sorusunun biteceği bir yer ve alan yok. Bu, kanaatimce korkunç bir durum. Sahici olanın yerini taklidine, yapay olana terk ettiği bu çağda, Allah’ın bize en büyük emaneti olan insan olmayı, muhafaza edebilmek en büyük gayemiz olmalıdır.

Rahmetli büyüğümüz Ömer Tuğrul İnançer Efendi’nin (k.s) söylediği çok değerli bir sözü var. “Müslümanlık ince insanlıktır, dervişlik ince Müslümanlıktır.” modern çağda insanı fıtrat hattında tutacak güzergâhın özeti bu cümledir.

Burada “derviş” kelimesini görüp, tartışmalı isimlerin ve olayların görüntülerinin zihnimizi esir almasına müsaade etmeyelim. İncelerek devam edecek bir hayat. İnsanı, doğayı, zihnimizi, hatıraları, sözü altına alıp ezen büyük, yüksek, kaba olan her ne varsa yüz çevirebilmeliyiz.

Özellikle Batı yakasında, bu işin dervişlik ile ilerleyeceğini söyleyebilirim. Geleneğin her  şeyini bir yük olarak taşımak yerine, geleneğin o yoğunluğunun içinden Kitab’a ve Sünnet’e tutunarak çıkabilmeli, bugüne gelmeliyiz. Bizler buralarda yaşarken, seyreltilmiş dikkatlerimiz arasından akan bir zaman ve kaybettiğimiz imkânların olduğunu görmeliyiz.

Dikkatlerimizi muhkem tutmanın yolu bütünlüğe sahip olmamızdır. İç-dış, öz-kabuk, afak- enfüs. Bu bütünlüğe sahip olduktan sonra devamı için İbnü’l-vakt  olmak gerekir. Gerek şartları ise; anı değerlendirmek, zamanın gerekliliklerine uygun hareket etmek, Allah’a teslim olmak, gafletten uzak kalmak ve ölümü unutmamak.

Seyyid Nizamoğlu’nun (ks), “Beyler tahtından inerler /Ayaksız ata binerler/ Toprağa gömüp dönerler/ Bir dost bir post yeter bana” nefesinde haber ettiği gibi, bir gün ayaksız ata bineceğiz. O sebeple işçimizden patronumuza, ev hanımımızdan siyasetçimize kadar herkesin beklediği bir hattın varlığına ram olarak mücadeleden geri durmamalıyız.

Çınar Cenaze Kurumunda ayaksız at bizi bekliyor…

Behçet Ali Şeker                —◄◄