
Her sabahın erken saatlerinde dünyanın dört bir yanından gazeteleri okumak, bir alışkanlıktan öte bir tutku benim için. Hollanda, Almanya, Türkiye, İngiltere, Amerika… Farklı coğrafyalardaki haberleri, fikirleri takip ederim. Elbette, Hollanda’da yaşayan ve sözüne değer verdiğim Türk yazarların köşe yazılarını da kaçırmam. Dostum Zeynel Abidin Kılıç da bu isimlerden biridir. 27 Ekim’de yayımlanan “Yaşasın Şerefli Ölüm, Kahrolsun Sefil Esaret!” başlıklı yazısı dikkatimi çekti.
Yazının büyük bölümüne katılmakla birlikte, önemli bir eksiği vardı. Zeynel Abidin’le yıllara dayanan bir dostluğumuz var. Bu samimi ilişkinin verdiği rahatlıkla kendisini aradım. Yazısını beğendiğimi, ancak hem Hollanda’nın genel seçimleri hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin 102. kuruluş yıl dönümü varken, bu ikinci konuya değinmemiş olmasını bir eksiklik olarak hissettiğimi ilettim.
Yazıda beni en çok etkileyen, Ömer el-Muhtar’ın (Çölün Aslanı) şu ölümsüz sözleriydi: “Biz teslim olma nedir bilmeyiz. Ya galip geliriz, ya da ölürüz.” Bu sözün aynısını, vatanımızın kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi’nde “Ya istiklal ya ölüm” diyerek haykırdı? İşte bu, bizim ortak değerlerimizden, ortak tarihimizden güçlü bir yankıydı. Bu bağın altını çizmek, yazıyı daha da anlamlı kılardı.
Zeynel Abidin bu düşüncemi haklı buldu ve memnuniyetini ifade etti. “Bu konuyu kaleme alacağım ve sana göndereceğim” dedim. İşte bu yazının başlığı da böylece ortaya çıktı: Ortak Değerlerimiz.
Hollanda Seçimleri Üzerine Bir Değerlendirme
Bu yazıyı kaleme almaya, 29 Ekim akşamı Hollanda’da seçim sandıkları kapandıktan sonra başladım. Sonuçlar henüz sadece Ipsos ve I&O’nun kesin olmayan anketlerinden geliyordu. Sunucu, bu verilerin en fazla 1-2 sandalye hata payı olduğunu belirterek, D66’ın birinci parti olacağını ve kaybeden partiler sıralamasında PVV’nin 37 sandalyeden 25’e düştüğünü söylüyordu.
Diğer koalisyon partilerinde ise NSC’nin 20 sandalyenin tamamını kaybettiği, VVD’nin 22 sandalyede sadece 2 kayıp yaşadığı, BBB’nin 7’den 4’e düştüğü ve Volt’un da 2 sandalyeden 1’e gerilediği konuşuluyordu.
Beni en çok şaşırtan, hem muhalefette olması hem de iki partinin birleşmesinden oluşan GL/PvdA’nın 25 sandalyeden 20’ye düşüşü ve diğer sol muhalefet partisi SP’nin 5’ten 3’e düşüşü oldu.
Tabii ki bu seçimin en büyük kazananı, halkın barınma sorunu için sunduğu çözümler sayesinde 9 sandalyeden 26 sandalyeye yükselen D66 oldu. CDA’nın 5 sandalyeden 18’e yükselmesi, JA21’in 1’den 9 sandalyeye çıkması, FVD’nin 3’ten 7 sandalyeye ulaşması ve küçük ama etkili partilerden CU, ChristenUnie, SGP’nin 3’er sandalyede kalması dikkat çekti. Çoğunluğu etnik seçmenden oy alan DENK partisi de 3 sandalye kazandı.
Kazanan herkesi ve oyunu koruyanları tebrik etmek gerek. Lakin bu seçimler gösterdi ki iktidar yine ağırlıklı olarak sağ akımlı partilerle kurulacak veya orta sağ diyebileceğimiz bir kabineyi bekleyebiliriz. Demokrasinin gereğini hem partiler hem de seçmenler yerine getirdi. Darısı, bizim anavatanımıza da bu nezih ve olgunluktaki seçimleri nasip etsin.
Peki, Nedir Bu Ortak Değerlerimiz?
Dilimiz, kültürümüz, tarihimiz, millî ve manevî değerlerimiz, vatanseverliğimiz, demokrasimiz, adalet anlayışımız, birbirimize olan saygı ve sevgimiz, dayanışma ruhumuz ve nihayetinde, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilan ettiğimiz cumhuriyetimiz… Bu değerler, toplumu bir arada tutan, birlikte sevinçleri ve zorlukları paylaşmayı sağlayan temel ilkelerdir.
Vatanımızın 102. kuruluş yıl dönümü de en kıymetli ortak değerimizdir. Ne var ki, bu değeri bir türlü ortaklaşa sahiplenemiyor, kuruluşundan beri çekiştirdiğimiz için onu hak ettiği seviyeye getiremiyoruz. Bu çekişmeler yüzünden Cumhuriyet değerimiz biraz yorgun, biraz üzgün ve biraz yoksul düşmüş durumda.
Neden Ortaklaşa Sahiplenemiyoruz?
Bu sorunun cevabını aradığımda, karşıma çıkan manzara, maalesef ki kutuplaşma. Zeynel Abidin’in yazısındaki “Ahmet Efendi” örneği bunun çarpıcı bir göstergesi. Hollanda’daki seçim sandığına gitmeyen, demokratik hakkını çöpe atan Ahmet Efendi, yılda birkaç hafta kaldığı Türkiye’deki seçim için saatlerce yol tepip sırada bekliyor. Bunun tek izahı, kutuplaşma hastalığıdır. Türkiye’nin kirli siyasetinin yurt dışına taşınması, ortak değerlerin bu şekilde aşınması hepimizi üzüyor.
Cumhuriyet, bize büyük bir miras bıraktı. Birçok batılı ülkeden daha ileri bir aşamada, Atatürk’ün vizyonuyla kuruldu. Pek çok değeri ortak değerimiz olarak benimsemiş olarak başladık. Fakat o erken başlangıcın, o öngörünün gerektirdiği noktaya ilerleyemedik. Türkiye çok daha iyi, herkesin daha mutlu ve huzurlu olduğu, kimliği, inancı veya mezhebiyle kavga edilmediği bir ülke olabilirdi.
Cumhuriyet’in kıymetini, onu bir zenginlik olarak kabul eden, içindeki tüm kültürleri, coğrafyaları ve değerleri kucaklayan bir anlayışla sahiplenebilseydik; bugün çok daha farklı bir noktada olurduk. 102 yaşına gelmiş bir Türkiye’nin gerçek anlamda bağımsız bir hukuk devleti olması, bu meseleleri aşmış olması gerekirdi. Ne yazık ki başaramadık. Toplumsal kalitemiz ve eğitimimiz çok daha iyi bir noktada olabilirdi, ne yazık ki bunu da başaramadık.
Başarısızlığın Sorumlusu Kim?
Bu başarısızlığı sadece bir döneme veya bir iktidara mal etmiyorum. Cumhuriyet, kurulduğu günden beri dönem dönem liderler değişse de hep aynı sıkıntıları yaşadı. Lozan’dan sonra, bitmiş bir Osmanlı’dan yepyeni bir Cumhuriyet çıkaran irade, doğal olarak dönemin şartları ve dünyanın gidişatı gereği tedirginlik ve korkular yaşadı. Bu da demokrasinin gelişmesine sekte vurdu, toplumsal barışın önünde büyük bir engel oldu.
Bir taraf, Cumhuriyet felsefesini din düşmanlığı olarak gördü ve Atatürk düşmanlığından kurtulamadı. Diğer taraf ise, Atatürk’ün vizyonunu halka daha iyi anlatacağına onu istismar etti, onu bütün nesillere taşıyacak sağduyulu ve demokratik bir kültürü ortaya koyamadı. “Dincilikle mücadele” derken “dindarlıkla mücadeleye” dönüşen bir anlayış, bu bağları iyice gerdi. Diğer tarafta muhafazakâr kesimde mezhepçilik, ayrımcılık, din ticareti ülkenin ana damarına kadar işledi. Ne solcular, ne sağcılara ne Kürtler, ne Aleviler ne Sunniler hak ettikleri değeri gördü. Tüm bunlar, hepimizin üzerinde derin travmalar yarattı ve artık birbirimizle konuşamaz hâle geldik. Biz Türkler maalesef “çocuklarımızı ilden evvel iyi döveriz” burada da olan buydu.
Yine de Umut Var
Ancak, yine de 102 yıla şükür geldik. Hâlâ umutlu olacağımız yönler var. Bazen “Afganistan’da olabilirdik” diye düşünüyorum olmadık. Çok şükür, kadınlara seçme ve seçilme hakkını veren ilk Avrupa ülkelerinden biriyiz, onu hâlâ koruyoruz. Sandığa olan inancımız, Hollanda seçim sandığı 15 metrede uzağımızda olsa da kullanmıyoruz ama Türkiye secim sandığına 200 km olsa da gidiyoruz, parlak gençlerimiz, coğrafi güzelliklerimiz… Hâlâ ortak değerimiz cumhuriyetin sunduğu demokrasi ışığına sımsıkı sarılıyoruz.
Dün kutladığımız Cumhuriyetimizin 102. yılında, yepyeni bir yelken açmak, bu değerleri ortaklaşa kutlamak zorundayız. Bunun için hepimizin, vatanımız için ortak bir duyguya evrilmesi, kimsenin inancına bakmadan “bu ülkenin evladı” duygusunda birleşmesi gerekiyor. O zaman daha iyi yerlere geleceğimiz kesindir.
Ülkemizin 102. doğum gününü tekrar kutluyorum. Umarım bundan sonra daha ağız tadıyla, ortak değerlerde buluşarak yaşayacağımız günleri görürüz. Daha iyi olacağız, evet. Elimizdeki o büyük değerleri canlandıracak cumhuriyet bilincine ve farkındalığına sadece ihtiyacımız var.
Cumhuriyetimiz kutlu olsun.
Not: Bu yazı, Zeynel Abidin Kılıç beyefendiyle yapılan dostane bir telefon görüşmesinden ilham alınarak kaleme alınmıştır.
Editörün notu: Böyle bir yazının yazılmasına vesile olmak, Mustafa Bey kardeşimizin eteğindeki taşların dökülmesine meydan vermek ve düşüncelerini bizimle, okurlarımızla paylaşmasına imkân tanımak güzel bir gelişmeydi.
Bundan böyle farklı gündemlerle alakalı kardeşimizin görüşlerini beklediğimizi de buradan duyuruyor, cevap hakkımın mahfuz olduğunu ve bilahare kullanacağımı da bildiriyorum.
