Son yıllarda Türkiye’den Avrupa’ya yönelen nitelikli ve eğitimli bireylerin göçü, yalnızca ekonomik gerekçelerle açıklanamayacak kadar derin bir sosyo-kültürel dönüşümün işaretidir. Bu bireylerin Avrupa’yı tercih etme nedenleri incelendiğinde, yaşam tarzı, bireysel özgürlükler, toplumsal düzen ve kültürel atmosfer gibi unsurların belirleyici olduğu görülmektedir. Bu tercih, modern sömürgeciliğin yeniden tartışılmasını zorunlu kılmaktadır.

Modern sömürgecilik, klasik sömürgecilik döneminde üretilmiş olan kültürel ve zihinsel mitlerin içselleştirilmesiyle ortaya çıkan yeni bir durumdur. Avrupa’nın “medeniyetin merkezi” olarak idealize edilmesi, Batı yaşam tarzının üstün ve evrensel olarak algılanması, bireylerin kendi kültürel kimliklerinden uzaklaşarak Batı’ya yönelmesini teşvik etmektedir. Bu bağlamda, günümüzdeki Avrupa hayranlığı ya da özentisi, klasik sömürgeciliğin mirası olan zihinsel kodların güncellenmiş bir yansımasıdır. Dolayısıyla, bu göç hareketi yalnızca bir yer değiştirme değil, aynı zamanda bir kültürel yönelim ve kimlik tercihi olarak okunmalıdır.

Sömürgecilik, yalnızca toprakların işgali ya da ekonomik kaynakların sömürülmesiyle sınırlı bir tarihsel süreç değildir. Aynı zamanda zihinlerin, kimliklerin ve kültürlerin dönüştürülmesini hedefleyen çok katmanlı bir ideolojik projedir. Bu projenin en etkili araçlarından biri ise, sömürgeciliği meşrulaştırmak ve sürdürülebilir kılmak amacıyla üretilen mitlerdir. Bu mitler hem sömürgecilerin kendi eylemlerini haklılaştırmalarına hem de sömürülen halkların kendi durumlarını içselleştirmelerine hizmet etmiştir.

Sömürgeciliğin en yaygın mitlerinden biri, “medeniyet götürme” iddiasıdır. Bu söylem, Batılı güçlerin Afrika, Asya ve Amerika kıtalarındaki halklara uygarlık, bilim, ahlâk ve düzen getirdiği iddiasına dayanır. Oysa bu söylem, yerli halkların kendi kültürel, siyasal ve ekonomik yapılarının yok sayılmasına ve aşağılanmasına zemin hazırlamıştır. Edward Said’in “Oryantalizm” kavramıyla işaret ettiği gibi, Batı, Doğu’yu kendi karşıtı olarak kurgulamış; irrasyonel, geri kalmış ve egzotik bir öteki olarak tanımlamıştır. Bu tanım, sömürgeci müdahaleyi kaçınılmaz ve hatta ahlaki bir görev gibi göstermiştir.

Bir diğer mit, “yerli halkların yönetilmeye muhtaç olduğu” düşüncesidir. Bu mit, sömürgeci yönetimlerin otoritesini meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Yerli halklar, kendi kendilerini yönetemeyecek kadar ilkel, dağınık ya da irrasyonel olarak tanımlanmış; bu nedenle Batılı idarecilerin rehberliğine ihtiyaç duydukları ileri sürülmüştür. Bu söylem hem siyasal bağımsızlık taleplerini bastırmak hem de yerel liderlik yapılarını itibarsızlaştırmak için kullanılmıştır.

Sömürgeciliğin ekonomik mitleri de oldukça güçlüdür. “Boş topraklar” miti, yerli halkların toprak üzerinde hak iddia edemeyeceği, çünkü bu toprakları verimli kullanmadıkları iddiasına dayanır. Bu mit, özellikle tarım ve maden kaynaklarının sömürülmesinde kullanılmış; yerli halkların toprakları ellerinden alınmış, kaynaklar Batılı şirketlerin denetimine geçmiştir. Aynı şekilde, “ticaretin karşılıklı fayda sağladığı” miti de sömürgeci ekonomilerin tek taraflı kazançlarını gizlemiş, sömürge halklarının emeği ve kaynakları sistematik biçimde sömürülürken bu durum “kalkınma” olarak sunulmuştur.

Sömürgecilik, aynı zamanda kültürel mitler üretmiştir. Yerli dillerin, dinlerin ve geleneklerin “ilkel” ya da “batıl” olarak tanımlanması, Batı kültürünün evrensel ve üstün olduğu iddiasını pekiştirmiştir. Misyonerlik faaliyetleri, bu kültürel dönüşümün en etkili araçlarından biri olmuştur. Eğitim sistemleri, yerli halklara kendi tarihlerini unutturmuş, Batı merkezli bir dünya görüşünü içselleştirmelerini sağlamıştır.

Bu mitlerin en tehlikeli yönü, yalnızca dışarıdan dayatılmaları değil, zamanla içselleştirilmeleridir. Sömürge halkları, kendi kimliklerini, tarihlerini ve değerlerini aşağı görmeye başlamış; Batılı yaşam tarzını bir ideal olarak benimsemiştir. Bu durum, sömürgeciliğin fiziksel işgal sona erdikten sonra bile zihinsel etkisinin devam etmesine neden olmuştur.

Sonuç olarak, sömürgecilik yalnızca bir güç ilişkisi değil, aynı zamanda bir anlatı inşasıdır. Bu anlatılar, mitler aracılığıyla şekillendirilmiş; sömürgeciliğin hem meşrulaştırılması hem de yeniden üretilmesi sağlanmıştır. Bu mitleri çözümlemek, yalnızca geçmişi anlamak için değil, bugün hâlâ süregelen kültürel ve ekonomik eşitsizlikleri sorgulamak için de gereklidir.

NL

DE MYTHEN GECREËERD DOOR HET KOLONIALISME

In de afgelopen jaren is er een duidelijke trend zichtbaar waarbij gekwalificeerde en hoogopgeleide mensen uit Turkije hun weg naar Europa vinden. Bij nadere beschouwing blijkt dat hun keuze voor Europa niet primair economisch gemotiveerd is, maar eerder voortkomt uit een voorkeur voor levensstijl, maatschappelijke waarden en culturele atmosfeer. Deze voorkeur roept opnieuw de discussie op over modern kolonialisme. Modern kolonialisme is een hedendaags verschijnsel dat voortkomt uit de internalisering van de mythen die tijdens het klassieke kolonialisme zijn gecreëerd. De bewondering voor Europa, of zelfs de neiging tot imitatie, vindt zijn oorsprong in deze historische context. De klassieke koloniale denkbeelden hebben een mentale erfenis achtergelaten die vandaag de dag nog steeds doorwerkt in de perceptie van het Westen als superieur. In dit opzicht is de migratie naar Europa niet alleen een fysieke verplaatsing, maar ook een culturele oriëntatie en een identiteitskeuze.

Kolonialisme is niet alleen een historisch proces van territoriale bezetting of economische uitbuiting. Het is ook een ideologisch project dat gericht is op het transformeren van geesten, identiteiten en culturen. Een van de meest effectieve middelen van dit project zijn de mythen die zijn gecreëerd om het kolonialisme te legitimeren en duurzaam te maken. Deze mythen hebben zowel de kolonisten geholpen hun daden te rechtvaardigen als de gekoloniseerde volkeren ertoe gebracht hun situatie te internaliseren.

Een van de meest voorkomende mythen van het kolonialisme is de bewering dat het “beschaving bracht”. Deze retoriek is gebaseerd op het idee dat westerse machten beschaving, wetenschap, moraal en orde brachten naar de volkeren van Afrika, Azië en Amerika. In werkelijkheid heeft deze retoriek geleid tot het negeren en vernederen van de culturele, politieke en economische structuren van inheemse volkeren. Zoals Edward Said met zijn concept “Oriëntalisme” heeft aangetoond, heeft het Westen het Oosten geconstrueerd als zijn tegenpool: irrationeel, achterlijk en exotisch. Deze voorstelling heeft koloniale interventie doen lijken als een onvermijdelijke en zelfs morele plicht.

Een andere mythe is het idee dat inheemse volkeren niet in staat zijn zichzelf te besturen. Deze mythe werd gebruikt om het gezag van koloniale regeringen te legitimeren. Inheemse volkeren werden afgeschilderd als primitief, chaotisch of irrationeel, en daarom zouden ze de leiding van westerse bestuurders nodig hebben. Deze retoriek werd gebruikt om politieke onafhankelijkheidsbewegingen te onderdrukken en lokale leiders te delegitimeren.

Ook op economisch vlak zijn er sterke koloniale mythen. De “lege landen”-mythe is gebaseerd op het idee dat inheemse volkeren geen recht hadden op land omdat ze het niet productief gebruikten. Deze mythe werd vooral gebruikt bij de exploitatie van landbouwgrond en natuurlijke hulpbronnen. Inheemse volkeren werden van hun land verdreven en de rijkdommen kwamen onder controle van westerse bedrijven. Evenzo werd de mythe van “wederzijds voordelige handel” gebruikt om de eenzijdige winsten van koloniale economieën te verbergen, terwijl de arbeid en hulpbronnen van gekoloniseerde volkeren systematisch werden uitgebuit.

Kolonialisme heeft ook culturele mythen voortgebracht. Inheemse talen, religies en tradities werden als “primitief” of “bijgeloof” bestempeld, terwijl de westerse cultuur als universeel en superieur werd gepresenteerd. Missionarissen speelden een belangrijke rol in deze culturele transformatie. Onderwijssystemen leerden inheemse volkeren hun eigen geschiedenis te vergeten en een wereldbeeld te internaliseren dat gericht was op het Westen.

Het gevaarlijkste aspect van deze mythen is dat ze niet alleen van buitenaf worden opgelegd, maar ook worden geïnternaliseerd. Gekoloniseerde volkeren begonnen hun eigen identiteit, geschiedenis en waarden als minderwaardig te beschouwen en namen de westerse levensstijl aan als ideaal. Hierdoor bleef de mentale invloed van het kolonialisme bestaan, zelfs nadat de fysieke bezetting was beëindigd.

Kortom, kolonialisme is niet alleen een machtsverhouding, maar ook een constructie van verhalen. Deze verhalen zijn gevormd door mythen en hebben het kolonialisme zowel gelegitimeerd als gereproduceerd. Het analyseren van deze mythen is essentieel, niet alleen om het verleden te begrijpen, maar ook om de huidige culturele en economische ongelijkheden te bevragen.

Kadir CANATAN

 

 

—◄◄