“Nehirden Denize Filistin Özgür Olacak” sloganı nedeniyle yargılanan Yasemin Acar, beraat etti. “Almanya’da çifte standarttan bahsetmek bile suç sayılıyor,” diyen Acar’ın mahkeme yaptığı savunmanın tam metnini yayınlıyoruz.

Beraat kararının ardından Yasemin Acar, kendisine destek verenler gruplar tarafından mahkeme binasının önünde karşılandı. Fotoğraf: just_magda_and_myself Instagram hesabı. Değişiklikler: Perspektif.

Filistin’e destek eylemleri nedeniyle hakkında açılan davada Berlin Tiergarten Sulh Ceza Mahkemesi’nde hâkim karşısına çıkan aktivist Yasemin Acar, polis şiddeti, gösteri hakkının engellenmesi ve göçmen karşıtı baskılarla şekillenen yargı sürecine dair dikkat çekici bir savunma yaptı. Filistin dayanışmasının Almanya’daki en tanıdık yüzlerinden biri olan ve geçtiğimiz aylarda Madleen yardım gemisine katılan Acar, kendisine yöneltilen “devlet memuruna direnme”, “fiili saldırı” ve “iftira” gibi -daha az kamuoyu tartışmasına yol açan- suçlamalardan 1.800 avroluk para cezasına çarptırılmış olsa da “Nehirden Denize Filistin Özgür Olacak” sloganını kullanarak terör propagandası yaptığına dair yapılan suçlamadan beraat etti.

Mahkeme, Acar’ın kullandığı bu ifadenin açıkça antisemitik ya da Hamas’la ilişkili olduğunu söylemenin mümkün olmadığına ve bunun çok parçalı, uluslararası bir protesto hareketi bağlamında değerlendirilmesi gerektiğine hükmetti. Acar’ın savunması yalnızca kendisini değil, Almanya’da Filistin’le dayanışma gösteren tüm göçmen ve muhalif sesleri hedef alan baskılara karşı güçlü bir politik duruş olarak görülüyor. Acar’ın duruşma salonunda yaptığı savunmanın tercümesini tam metin olarak yayımlıyoruz:

“Ayrımcılığa Uğradığımda Direnişin Sadece Meşru Değil, Zorunlu Olduğunu da Öğrendim”

“Bugün burada duruyorsam, sorumluluğumu ciddiye alıyorum. Ama burada yargılandığım şey, tekil bir eylemden fazlası. Bu, bir toplum olarak protestoyla nasıl başa çıktığımızla ilgili bir mesele: İnsanlar bir haksızlığa dikkat çektiğinde nasıl davranıyoruz?

Göç kökeni olan bir kadın olarak, kurumsal ayrımcılığın ne anlama geldiğini çocukluğumda öğrendim. Ailemin yabancılar dairesinde nasıl küçük düşürüldüğüne, devletin çıkardığı engellerin nasıl yaşamsal korkulara dönüştüğüne tanıklık ettim. İlkokulda göçmen geçmişi olan çocuklar olarak sıkça dışlandık. Kiliseye giderken bize domuz eti yedirilmeye çalışılan anları hatırlıyorum. Gülündük, alay edildik, aşağılandık: Bunu yapanlar yedi yaşındaki Alman çocuklardı.

Peki bu ırkçı tutumlar bu kadar küçük yaşta nasıl ortaya çıkıyor? Cevap açık: Bu tutumlar, aileler, tek taraflı medya temsilleri, yapısal ırkçılığı adıyla anmayan bir eğitim sistemi ve toplumdaki güç ilişkileri yoluyla üretiliyor ve aktarılıyor. ‘Farklı olmak” burada “daha az değerli olmak’ anlamına geliyor. Bu yapılar, ırkçılığı yaşamayanlar için görünmez, yaşayanlar için ise gündelik hale getiriyor.

Benim güçlü adalet duygum tesadüf değil. Bu duygu, dışlanma ve ayrımcılığa uğramış biri olarak yaşadığım deneyimlerden geliyor. Haksızlığa uğramanın ne demek olduğunu erken yaşta öğrendim: Yaptıklarımdan değil, kökenimden, inancımdan, görünüşümden ötürü. Ve çoğu insanın, sadece toplumun gözünde ‘farklı’ oldukları için benzer deneyimler yaşadığını gördüm.

Bu deneyimler bana direnişin yalnızca meşru değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu gösterdi. İnsan onurunun ve eşitliğin kökenle sınırlı olmadığı bir toplum için göz yummamak ve değişim için aktif çaba göstermek gerekir.

“Entegrasyon Yeni Bir Irkçılık Biçiminin Parolası Hâline Geldi”

Ama Almanya’da hâlâ “kim Alman sayılır?” sorusu tartışılırken, “ötekilerden” sürekli aidiyetlerini kanıtlamaları bekleniyor. Peki, kim karar veriyor bu aidiyete? Kimin kimliğinin bu toplumun bir parçası sayılacağına kim hükmediyor? Bize hiç nasıl yaşamak istediğimiz sorulmadı. Bunun yerine bize şartlar dayatıldı.

Oysa aidiyet zoraki uyumla değil, karşılıklı tanımayla oluşur. Ama bu tanıma gerçekleşmiyor; göçmen geçmişi olan insanlar genellemelerle şüpheli konumuna itiliyor: ‘Entegre olmak istemeyen’, ‘çete suçlusu’ ya da ‘ithal edilmiş antisemitik’ olarak.

Göçmenlerin evleri yakılırken, camilere saldırılırken, masum ailelerin evleri özel timler tarafından basılırken siyaset sadece ‘entegrasyon eksikliği’ ve ‘uyum sorunları’ndan bahsetti. Nargile kafeler kurşunlanırken, topluluklar toptan suçlanırken bize ‘antisemitizmi buraya getirdiğimiz’ söylendi. Sanki bu ülkenin kendi antisemitizmiyle hiç sorunu yokmuş gibi. Entegre olmamız bekleniyor ama aynı anda sistematik olarak insanlıktan çıkarılıyor ve dışlanıyoruz.

Almanya’da entegrasyon, yeni bir ırkçılık biçiminin parolası hâline geldi. Artık yalnızca neonazi sloganlarında değil, ‘nötr’ görünen siyasi kavramlar içinde yer alıyor. Bize, hâlâ yabancı olduğumuzu ve bu ülkeye tam olarak ait olmadığımızı fısıldayan programlarda.

“Devletin Kendisi de Can Güvenliğimi Tehlikeye Attığının Farkında”

Büyüyen Müslüman karşıtlığı ve ırkçılık, benim gibi marjinal gruplardan gelen insanlara ve Filistinlilere doğrudan çarpıyor. Varlığımız, sadece gündelik ırkçılıkla değil, aynı zamanda emperyalist şiddetle sürdürülen küresel güç ilişkilerinin şekillendirdiği bir dışlama ortamında gerçekleşiyor. Bu şiddet savaşta, işgalde, ekonomik sömürüde ve seslerimiz bastırıldığında gösterilen siyasi sessizlikte vücut buluyor.

Bu nedenle sağa karşı, ırkçılığa karşı, sömürgeciliğe karşı, dayanışmacı ve adil bir toplum ve özgür bir Filistin için verdiğim mücadele aynı zamanda benim mücadelem. Bu mücadele, kimsenin yaşamaya ya da konuşmaya hakkı olduğunu kanıtlamak zorunda kalmadığı bir dünya için.

Filistin halkı ve özgürlüğü için konuştuğum, sessiz kalmadığım için BILD gazetesi beni ‘Yahudi düşmanı’ olarak yaftalıyor. Bu nefret kampanyalarının çıktıları, posta yoluyla bana ölüm tehditleri olarak ulaşıyor. Gazete kupürlerinin üstüne yazılmış tehditler posta kutumda bulunuyor. Sayısız nefret mesajı alıyorum; tecavüze uğramam, vurulmam, bıçaklanmam gerektiği yazıyor.

Sokakta saldırıya uğruyorum, evim basılıyor, eylemlerde polis tarafından yere yatırılarak sürükleniyorum. Biliyorum, bu ülkede benim varlığım rahatsız edici. Ama bir aktivistin görevi budur: Rahatsız edici gerçekleri dile getirmek, mevcut yapıları sorgulamak ve haksızlığa karşı ayağa kalkma cesareti göstermek.

Eyalet Kriminal Dairesi (LKA) bana e-postalar gönderiyor; ‘Güvenlik amaçlı bir görüşme yapmak ister misiniz?’ diye soruyorlar. Peki neden? Çünkü onlar da biliyor: Bana ve benim gibi birçok kişiye karşı yürütülen bu karalama kampanyası artık sadece itibarsızlaştırmayla sınırlı değil, ciddi bir can güvenliği tehdidi hâline geldi. Bu temas talebi benden kaynaklanmıyor; aksine, oluşturduğu tehlikenin farkında olan devletin güvenlik mekanizmalarından geliyor.

“İşgale ve Soykırıma Karşı Çıktığım İçin Aktivizmim Birden Bire Kriminalize Edildi”

2016 yılında, savaş ve yoksulluktan kaçan insanlara destek oldum. Ama onlara sunulan şey koruma değil, çoğunlukla engellerle dolu bir sistemdi. O dönemde öğretmenlik, manevi danışmanlık, sosyal hizmet uzmanlığı yaptım çünkü devlet görevini yerine getiremiyordu. Üstelik bu insanlar sadece savaştan değil, Alman silahlarından da kaçıyordu.

2021’de Berlin Arrival Support adlı oluşumu kurdum. Ukrayna savaşı başladığında, devlet yetersiz kalınca yardım organizasyonları düzenledik. Sınırdaydım, anneleri ve çocukları güvenli yerlere taşıdım. ‘Doğru mültecilere’ yardım ettiğim sürece takdir edildim. Ama aynı ilkeleri Filistin’e uyguladığımda -işgale, soykırıma karşı çıktığımda, mazlumların yanında durduğumda- birden bire bu çaba kriminalize edildi. Beni bir zamanlar öven medya, iki yıldır karalama kampanyası yürütüyor.

Peki mesele ne? Mesele şu: Ben susmadım çünkü boyun eğmedim. Savaş, ırkçılık ve baskıya karşı mücadele, siyasi olarak rahatsız edici olsa bile orada bitmemeli.

Filistin’de bir soykırım yaşanıyor. Bu, uluslararası kuruluşlar tarafından belgelenmiş durumda, ama burada sistematik bir sessizlik söz konusu. Bu bir soykırım ve Almanya hem mali hem siyasi olarak buna destek veriyor. Ben şunu söylüyorum: İnsan hakları evrenseldir.

“Otoriter Bir Dönüşüm Var: Filistin Protestoları Sistematik Olarak Kriminalize Edildi”

Almanya’nın, sistematik olarak sivil altyapıyı yok eden, açlığı bir savaş silahı olarak kullanan, uluslararası insancıl hukuku hiçe sayan bir rejime silah göndermesini kabul etmiyorum. Almanya, uluslararası hukuka uymalı, ama açıkça uymuyor.

Almanya sadece uluslararası hukuku değil, aynı zamanda toplanma özgürlüğü gibi temel hakları da çiğniyor. Dış politikada uluslararası hukuk adım adım ortadan kaldırılırken, iç politikada otoriter bir dönüşüm yaşanıyor. Son 20 ayda Filistin için yapılan gösteriler sistematik olarak kriminalize edildi. Bu gösterilere katılan insanlar artık yurttaş olarak değil, potansiyel suçlu olarak görülüyor.

Medya ve devlet kurumları, sembolik kararlarla bir anlatı inşa ediyor: Bize haksız yere antisemitizm atfediliyor. Bu sembolik siyaset, gerçek hukuk uygulamasının yerini alıyor ve toplumu sindirmeyi amaçlıyor.

Aynı zamanda göstericilere karşı büyük bir polis şiddeti yaşanıyor. Üstelik bu şiddet neredeyse hiçbir sonuç doğurmuyor. Çünkü bu ihlalleri araştırması gereken kurumlar, bizzat kendileri bu şiddetten sorumlu.

Bu yapı bana başka yerleri hatırlatıyor: İsrail devleti de savaş suçlarını kendi başına ‘soruşturuyor’: Bu pratik, dünya genelindeki insan hakları örgütlerince eleştiriliyor. Failin kendisini soruşturduğu bir sistemden adalet çıkmaz.

“Çifte Standart Olduğunu Dile Getirenler Cezalandırılıyor”

Berlin’de Filistin diasporasının en yoğun olduğu Neukölln bölgesi gitgide daha fazla kriminalize ediliyor. Polis zaman zaman burada bir işgal gücü gibi davranıyor. Bu görüntü, Batı Şeria’daki İsrail kontrol noktalarındaki askerleri hatırlatıyor. İnsanlar sırf kökenlerinden veya keffiye gibi kültürel semboller taşıdıkları için topluca kontrol ediliyor. Belki de bu semboller, diasporadaki Filistinlilerin tutunabildiği son kimlik işaretleridir.

Bir düşünün: Gazze’den geliyorsunuz, ailenizin bombalandığını öğrenmişsiniz ve burada antisemit olmakla suçlanıyorsunuz çünkü ailenizin yaşadığı acıyı kamuoyuna duyurmak istediniz. Bu iftiralar neden? Çünkü Filistinlisiniz. Size kalan sadece boşluk ve yalnızlık oluyor; ailenizden uzakta ve adaletsizlik içinde.

Medya bu süreçte merkezi bir rol oynuyor. Daha 15 yaşında olan, kardeşi keskin nişancı tarafından öldürülmüş bir Gazze’li çocuğun yüzünü ve ismini yayımlıyorlar. Filistinlileri takip ediyor, taciz ediyor, itibarsızlaştırıyorlar. Burası bir zamanlar ‘Bir daha asla!’ diyen ülke değil miydi? Medya demokrasinin bir sütunu değil mi? Ukrayna’daki acılar hakkında konuşabiliyorsam, neden Filistin’deki acıyı görünür kıldığımda kriminalize ediliyorum?

Bu çifte standart şunu gösteriyor: Dayanışmanın kuralları siyaseten belirleniyor. Vatandaşlığa, ten rengine, çıkar ilişkilerine bağlı. Bu gerçeği dile getirenler cezalandırılıyor.

“Sessizlik Soykırım Suçuna Ortak Olmaktır: Susamayız”

Bana yöneltilen suçlama ne? ‘Nehirden Denize Filistin Özgür Olacak’ sloganını kullanmak. Antisemitikmiş. Peki kimse bize ne demek istediğimizi soruyor mu? Hayır. Bunun yerine ağzımıza kelimeler tıkıştırılıyor, suç yükleniyor, “antisemitizmi ithal etmekle” ilan ediliyoruz çünkü antisemitizmi dışarıdan gelen bir şey gibi görmek daha kolay.

Ben yalnızca kendim adına konuşabilirim: ‘Nehirden denize kadar’ demek benim için herkes için adalet ve eşitlik demektir. Bu, kendi kaderini tayin eden, var olan bir Filistin anlamına gelir. Sürgündekilerin geri dönebildiği, evlerin bombalanmadığı, çocukların açlıktan ölmediği, annelerin enkaz altında doğum yapmadığı, babaların elleriyle mezar kazmak zorunda kalmadığı bir Filistin. İşgalin, apartheid rejiminin, sömürgeciliğin ve Filistinlilerin acılarını kendi çıkarları için kullananların olmadığı bir Filistin.

Ben burada duruyorum çünkü bu ülkede söylenmesine izin verilmeyen bir şeyi söylüyorum: İnsan hakları pazarlık konusu olamaz. İşgal, kendini savunma değildir. Soykırım karşısında sessizlik, suça ortak olmaktır.

Ben çatışma çözümünde şiddeti reddediyorum. Ama şiddet yalnızca bombalarla ya da coplarla başlamaz. İnsanların sistematik biçimde haklarının ellerinden alınması, aşağılanması ve görünmezleştirilmesiyle başlar. Polis şiddeti bir istisna değil, bilinçli bir güç aracıdır.

Eğer onlarca yıl boyunca sadece güçlüler şiddet uygulayabiliyorsa, ezilenlerin sonsuza dek sessiz kalacağına inanmak saflıktır. Şiddetle karşılık verilmesini doğru bulduğumu söylemiyorum. Ama yapısal şiddete göz yummak, gerilimin kaçınılmaz hale gelmesidir.

Benim insan hakları savunucusu olarak yaptığım çalışma, tam da bu gerilimi önlemeye yönelik. Evrensel insan hakları için mücadele ediyorum çünkü biliyorum: Bu çifte standart en çok en zayıfları vurur.

Baskılara rağmen devam edeceğim. Devam etmek zorundayım. Çünkü Gazze sistematik olarak aç bırakılıyor. Ben burada konuşma ayrıcalığına sahibim, oysa Filistin halkı sistematik biçimde insandışılaştırılıyor. Benim başıma gelenler, onların yaşadıklarıyla kıyaslanamaz bile.

Ben burada kendimi savunuyor olmamalıyım: Birlikte, en ağır adaletsizlikleri yaşayanların haklarını savunmalıyız. Buradayım çünkü her insanın onuruna inanıyorum. Çünkü adalet seçici olmamalı. Çünkü haksızlık karşısında susamayız.”

NOT: 30 Temmuz’daki duruşmada yapılan savunma konuşması Yasemin Acar’ın izniyle tercüme edilmiştir. Acar’ın konuşmasının Almanca aslı da yazılı olarak yayımlanmıştır.

PPerspekti.eu