Avrupa’nın bugünkü refahı ve görkemli şehirleri, yalnızca bilimsel ilerlemelerle, ticaretle veya sanayi devrimiyle açıklanabilir mi? Bu sene kaybettiğimiz Hollandalı yazar ve fotoğrafçı Ewald Vanvugt, bu soruya başka bir pencereden bakıyor: Avrupa’nın zenginliği, büyük ölçüde sömürüye, zorla elde edilen servete ve tarihsel yağmalara dayanıyor. Vanvugt’un “Roofstaat” (Yağma Devleti) ve “Roofgoed” (Yağmalanmış Eserler) adlı eserleri, bu konuda ezber bozan iddialar içeriyor. Özellikle “Roofgoed” kitabı, hayali bir Avrupa Müzesi üzerinden kurguladığı anlatımla, Avrupa’nın gerçek yüzünü gözler önüne seriyor.

Vanvugt’un temel tezi çok açık: Avrupa’nın bugünkü ekonomik gücünün temelleri, başkalarının yoksulluğu üzerine inşa edilmiştir. O, Amsterdam’da hayali bir müze gezisiyle okuru karşılar; müzede sergilenenler, yalnızca tablolar ya da heykeller değil, birer tarihsel suçun kanıtlarıdır. Her biri, Avrupa’nın başka kıtalardan nasıl servet devşirdiğini gösteren belgeler ve eserlerdir. Yazarın ana mesajı nettir: “Sömürge yağması olmadan zengin Avrupa olmazdı.”

Avrupa’nın yağma tarihi antik çağlara kadar uzanır. Vanvugt, Sümerler’den Babil’e, Büyük İskender’den Roma’ya kadar birçok örnek vererek yağmanın insanlık tarihinde sürekli bir pratik olduğunu anlatır. Ancak onun dikkat çektiği nokta, Avrupa’nın bu geleneği hem dinî hem kültürel söylemlerle meşrulaştırarak küresel ölçekte sürdürmesidir. Kudüs Tapınağı’ndan çalınan kutsal emanetler, Haçlı Seferleriyle yağmalanan Konstantinopolis, San Marco Bazilikası’na kaçırılan Aziz Mark’ın kalıntıları… Tüm bunlar, dinî gerekçelerin arkasında gizlenmiş ekonomik motivasyonların ürünüdür.

On beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın servet birikimi, artık tek tek şehirlerden değil, okyanus ötesi imparatorluklardan sağlanmaya başlar. İspanyol fatihlerinin Amerika kıtasında gerçekleştirdiği soykırımlar, milyonlarca yerlinin ölümüyle sonuçlanmış, devasa altın ve gümüş rezervleri Avrupa’ya taşınmıştır. Aynı şekilde Afrika’dan zorla kaçırılan milyonlarca insan, şeker, pamuk ve kahve plantasyonlarında köleleştirilmiştir.

Vanvugt’un deyimiyle: “Şeker olmadan köle, köle olmadan Avrupa olmazdı.”

Bugün Avrupa’nın büyük müzelerinde sergilenen eserlerin çoğu, bu yağma ve sömürünün birer hatırasıdır. British Museum, Louvre, Rijksmuseum gibi kurumlar, bazen bu gerçekleri örtbas etmekte, bazen de müphem etik açıklamalarla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Vanvugt’un kitabında betimlediği gibi, bu eserlerin çoğu “çalıntıdır” ama vitrinlerde “insanlığın ortak mirası” olarak sunulmaktadır.

Yazarın bir diğer çarpıcı bölümü, Avrupa şehirlerinde dimdik duran anıtlar üzerinedir. Keşiflere çıkan fatihlerin, sömürge yöneticilerinin, köle tüccarlarının heykelleri hâlâ meydanlarda yükselmektedir. Ancak bu heykeller, çoğu zaman arkalarına gizlenmiş bir kılıç ya da bayrakla poz verir; yani gerçeği değil, parlatılmış bir imajı temsil eder. Vanvugt’a göre bu heykeller, sessiz ama etkili bir propaganda aracıdır: Avrupa’nın şiddetle kurduğu düzeni, kahramanlık öykülerine dönüştürür.

Bütün bu karanlık anlatının içinde, Vanvugt’un Avrupa’ya karşı bir öfke ya da düşmanlık taşımadığını da belirtmek gerekir. Aksine, kitabında Erasmus, Montaigne ve Las Casas gibi aydınların portrelerine de yer verir. Bu isimler, Avrupa’nın kendi içinden çıkardığı vicdanlı sesleri temsil eder. Yani Avrupa, sadece sömürgeci değil; aynı zamanda bu sömürgeciliğe karşı eleştiri geliştirme kapasitesine de sahip bir medeniyettir. Bu yönüyle yazar, Avrupa’nın “kendiyle yüzleşebilen” bir yapıya da sahip olduğunu teslim eder.

Peki, bu tarihsel yüzleşme ne işe yarar? Vanvugt’un çağrısı, sadece bir geçmişi anma çağrısı değildir. Aynı zamanda günümüzde devam eden eşitsizliklerin, ırkçılığın, ekonomik sömürünün köklerini anlamaya ve sorgulamaya yönelik bir davettir. Çünkü geçmişle yüzleşmeyen bir toplum, bugünün adaletsizliklerini de normalleştirir.

Sonuç olarak, Vanvugt’un kitapları bize rahatsız edici ama gerekli bir aynayı tutuyor: Avrupa nasıl zengin oldu? Yalnızca çalışarak, ilerleyerek, icatlar yaparak değil… Aynı zamanda başkalarının kaynaklarını, emeklerini, hayatlarını gasp ederek. Gerçek bir Avrupa tarihi, bu gerçeği görmeden yazılamaz.

Ve belki de artık sormamız gereken soru şudur: Avrupa’nın yağmayla biriktirdiği bu servet, iade edilmeli mi?

Hoe werd Europa rijk?

De huidige welvaart van Europa – met zijn indrukwekkende steden, musea en levensstandaard – wordt vaak toegeschreven aan de Verlichting, de Industriële Revolutie of technologische vooruitgang. Maar volgens de dit jaar overleden Nederlandse schrijver en fotograaf Ewald Vanvugt is dit slechts een deel van het verhaal. In zijn boeken Roofstaat en Roofgoed werpt Vanvugt een scherp licht op een vaak verzwegen aspect van de Europese geschiedenis: rijkdom die gebouwd is op roof, slavernij en koloniale uitbuiting.

In Roofgoed presenteert Vanvugt een denkbeeldig “Europees Museum” in Amsterdam. In dit museum worden gestolen kunstwerken, religieuze relikwieën, gouden voorwerpen en andere buitgemaakte artefacten tentoongesteld – als symbolen van een continent dat rijk werd ten koste van andere volken. Zijn centrale stelling is helder: “Zonder koloniale plundering zou er geen rijk Europa zijn.”

Vanvugt traceert de geschiedenis van plundering terug tot het oude Mesopotamië en laat zien dat oorlogsbuit en verovering universele praktijken zijn. Maar Europa onderscheidt zich door deze praktijken op systematische, ideologische en wereldwijde schaal uit te voeren – vaak gerechtvaardigd door religie, wetenschap of ‘beschaving’. De kruistochten, de verovering van Constantinopel, en het stelen van relikwieën zoals het lichaam van de heilige Marcus zijn slechts enkele voorbeelden die Vanvugt aanhaalt.

Vanaf de 15e eeuw verandert het speelveld: Europa richt zijn blik op de wereldzeeën. De Spaanse en Portugese ontdekkingsreizigers veroveren Amerika, vernietigen beschavingen als de Azteken en de Inca’s, en sturen gigantische hoeveelheden goud en zilver naar Europa. In een eeuw tijd wordt naar schatting 90% van de inheemse bevolking uitgeroeid. Deze rijkdom stelt Europese vorsten in staat om paleizen te bouwen, universiteiten te stichten en kunst te sponsoren. De Renaissance wordt, zo suggereert Vanvugt, mogelijk gemaakt door bloed en buit.

Nog schrijnender is het verhaal van de trans-Atlantische slavenhandel. Vanaf 1450 worden miljoenen Afrikanen ontvoerd en onder onmenselijke omstandigheden naar de Nieuwe Wereld gebracht om te werken op suikerriet-, koffie- en katoenplantages. “Geen suiker zonder slaven, geen Europa zonder suiker,” schrijft Vanvugt. Banken, scheepvaartmaatschappijen en handelsfamilies in Londen, Amsterdam en Bordeaux maken enorme winsten. Slavernij wordt zo de economische motor van het Europese kapitalisme.

En wat te denken van de grote musea van Europa? Het British Museum, het Louvre, het Rijksmuseum – ze zijn gevuld met kunstschatten uit Afrika, Azië en Zuid-Amerika. Vanvugt stelt dat deze instellingen het koloniale verleden vaak verbloemen of esthetiseren. Wat als cultureel erfgoed wordt gepresenteerd, is in feite roofgoed – vaak verkregen met geweld of bedrog.

In Roofgoed wijdt Vanvugt een aangrijpend hoofdstuk aan standbeelden en monumenten. In talloze Europese steden staan nog steeds standbeelden van koloniale veroveraars, ontdekkingsreizigers en slavendrijvers. Deze beelden vertellen echter slechts het heldenverhaal – de kogel of het zwaard is vaak verstopt achter de rug. Volgens Vanvugt zijn deze monumenten stille propagandamiddelen: ze normaliseren het geweld waarmee Europa zijn macht opbouwde.

Toch toont Vanvugt zich geen eenzijdige aanklager. In zijn denkbeeldige museum krijgen ook kritische Europese stemmen een plaats: Erasmus, Montaigne en Bartolomé de Las Casas – denkers die hun tijd vooruit waren en het koloniale geweld openlijk aan de kaak stelden. Europa is niet alleen de dader, maar ook de bakermat van zelfkritiek en moreel geweten. Dat maakt deze geschiedenis des te wranger.

De vraag blijft: wat doen we vandaag met deze kennis? Volgens Vanvugt is het erkennen van deze historische misdaden geen academische oefening, maar een morele plicht. Zolang Europa zich niet volledig verzoent met zijn koloniale verleden, blijven structurele ongelijkheid, racisme en mondiale uitbuiting voortbestaan.

Zijn denkbeeldige museum is geen plek van nostalgie, maar een ruimte van confrontatie. Want, zo vraagt hij impliciet: Durven wij te erkennen waar Europa zijn goud vandaan heeft?

Misschien is het tijd om niet alleen eerherstel te eisen voor de slachtoffers van het kolonialisme, maar ook na te denken over de teruggave van geroofde rijkdommen. Want ware beschaving begint met de moed om in de spiegel te kijken – ook als het beeld dat we zien, ongemakkelijk is.

Kadir Canatan

 

 

—◄◄