Hollanda toplumu uzun bir dönüşüm sürecinden sonra, sosyal ve kültürel olarak hem kaynaşıyor ve hem de homojenleşiyor. Tarım toplumundan, önce ticaret toplumuna ve daha sonra da hizmet ve bilgi üreten topluma dönüşüyor. Merkezi politik otoritenin oldukça zayıf ve parçalanmış olduğu Hollanda toplumu, iki asır süren bir süreçle merkezi hükûmetin alabildiğine güçlü olduğu bütüncül bir topluma dönüşüyor. Bu süreç aynı zamanda özgürlüğün ve eşitliğin tarihi oluyor. Hollanda Müslümanlarının dinî yaşantıları ile ilgili taleplerinin, bu ilkelerin tekrar gündeme gelmesine neden olduğunu görüyoruz. Toplumsal ilişkiler yeniden geriliyor ve toplum göçmen-ilticacı krizine giriyor. Bu yazımda, gerilimin merkezine oturan bu düzenleyici ilkelerin tarihsel olarak nasıl düzenleyici ilke olduğu ve toplumsal olarak dengelendiğini ele alacağım. Sonraki bölümde ise, gerilimin daha iyi anlaşılması için Müslümanların talebini ve yeni gerilimleri tartışacağım.

Hollanda’da bu süreç, 19. asrın başında ‘millet inşası’ politikaları ile başlıyor. Benzer süreçler Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinin pek çoğunda yaşanmış. Bu ülkelerin temel ve düzenleyici/yönlendirici ilkesi ‘güç’ olmuştu. Daha çok toplumsal ‘birlik’ daha çok ‘güç’ demekti. Devlet bu süreçlerde öncü oluyordu. Güçlü toplum, güçlü devlet, güçlü lider hep bu ‘birlik’ ve ‘milliyetçilik’ üzerinden yürüyordu. Bu idealler yerel cemaatlerin kimliklerine müdahale anlamına geliyordu. Cemaat bağının zayıflayarak yerini millî bağa bırakması gerekiyordu. Hollanda’da bu süreç 18. asrın başlarında, Fransa’nın işgalinden sonra (1813) hızlanmıştır. Bu dönemden sonra iktidara gelen ilk Hollanda kralı (Willem I) göreceli olarak ‘baskı’ ve ‘teşvik’ politikaları ile Hollanda toplumunu tek bir millet yapmayı denemiştir. Hollanda toplumunun çoğunluğunu oluşturan ‘hervormd-protestanlık’ resmî-millî kimliğin merkezinde yer alıyordu. Yeni kral Protestan kilisesini ‘resmî’ kilise olarak kabul etmiş ve bu cemaate, diğer dinî kesimlerin aleyhine olacak şekilde hem desteklenmiştir ve hem de onlara fazladan imkânlar vermiştir. ‘Makbul’ vatandaş onlardı. Katolikler ve diğer küçük dini cemaatler ise ayrımcılığa ve parçalanmaya neden olanlardı. Onların sadakati hep tartışmalı idi. Güçlü-millet olma idealine direniyorlardı. Katolikler gibi diğer dinî cemaatler de ikinci sınıf vatandaş olarak, dinî ve kültürel kimliklerini korumak için mücadele etmek durumunda kalmışlardı.

‘Baskıcı’, ‘güç odaklı’ ve ‘ayrıştırıcı’ millet inşa etme çabası…

19. asrın ikinci yarısından itibaren bu ‘baskıcı’, ‘güç odaklı’ ve ‘ayrıştırıcı’ millet inşa etme çabası istenilen neticeyi vermemiştir. Ya da sınırlarına başarılı olmuştur. Merkezi hükûmet güçlenmiştir. Bölgelerin gücü büyük oranda kırılmıştır. Kral ve merkezi hükûmet eskisi gibi tartışmalı değildir. Ancak toplumsal birlik sağlanamamıştır. Dışlananlar, ayrımcılığa uğrayanlar, özgürlükleri kısaltanlar daha da fazladır. Bu arada 19. asırda ortaya çıkan yeni gruplar da (sosyalistler ve liberaller) kendilerini dışlanmış hissetmektedirler. ‘Kral’ bir türlü tüm Hollandalıların ‘kralı’ olamamaktadır. İzlediği ‘güç odaklı’ ve ‘ayrımcı/baskıcı’ politikalarla ile toplumun bölünmüşlüğünü daha da artırmaktadır. Kendisini de kırılgan yapmaktadır. Toplumun birliğini sembolize eden değildir. Baskın ve dışlayıcı uygulama sürekli eleştiri almakta ancak kralı eleştirmek toplumsal birliği de zedelemektedir. Sorumlu ve yetkili politik otoritenin eleştirilmesinin önü tıkandığında ‘devrimin’ önü açılmaktadır. Herkes bilmektedir ki, Fransa devrimine benzer bir devrim sadece krallığın sonu olmayacaktır, bütün dinî cemaatlerin, kurumlarının ve kilisenin de sonunu olacaktır. Devrim isteyen de pek yoktur.

Avrupa’nın diğer ülkeleri ‘milliyetçi’ ve ‘güç’ odaklı gelişmeleri izlerken, Hollanda bu yöndeki politikalarını ‘özgürlük’ odaklı politika ile değiştiriyor. Liberal bir anayasa yapıyor (1848). Kral bütün yürütme yetkilerini Temsilciler Meclisine (Tweede Kamer ve Eerste Kamer) devrediyor ve kralın kendisi ‘sembolik’ ve ‘sorumsuz’ oluyor. Günlük politikalardan elini çekiyor ve milletin birliğini ve ortak millî kimliği temsil ediyor. Tüm Hollandalıların kralı oluyor ve kralının ‘Kalvinist-Protestant’ kimliği kral ailesinin özel kimliklerinin bir unsuru hâline geliyor.

Bu tarihten itibaren Hollanda toplumunda belirgin olan dinî ve seküler kesimlerin bir taraftan ‘özgürleşmesi’ diğer taraftan da toplumsal bütünleşme süreci yaşanıyor. ‘Bütünleşmek’ için gerekli olan kamu alanının ve ortak kimliğin belirginleşmesi ve bu ortak alanın herkese açık olması gerekmektedir. Eğitim, savunma, sağlık, idare gibi alanların herkese, bir vatandaş olarak, açık olmasını zorunlu kılmaktadır. Katılım sağlayamayan kesim, tabi ki kendini ‘yabancı’ ve ‘ikinci sınıf’ insan olarak görecektir.

 Dinî ve ideolojik kimlik kamu alanının dışında kalmaktaydı…

Protestan kesim çocuklarını, devlet tarafından finans edilen okullara gönderebilirken, Katolikler çocuklarını zorunlu ve temel eğitimini kendilerinin finans etmeleri müthiş bir eşitsizlik oluşturuyordu. Benzer bir durum sağlık ve sosyal hizmetlerde de söz konusu idi. Toplumdaki dinî ve ideolojik kimliklerin özgürleşmeleri için ise, bu kimliklerin sınırlarının belirlenmesi gerekiyordu. Ne kadar özgürlük mümkündü? Nerde başlıyor ve nerede bitiyordu? Toplumsal bütünleşme ile farklı kimliklerin (dinî veya ideolojik) özgürleşmesi arasında güçlü bir gerilimin olduğu ortada idi. Ortak kimlik, ortak değerler, ortak referansalar, ortak davranışlar toplumsal bütünleşmeyi hem desteklemekte ve hem de bütünleşmenin sonuçları oluyordu. Ortak kimlik kamu alanının bir unsuru ve içeriği olarak belirirken, dinî ve ideolojik kimlik kamu alanının dışında olmakta idi. Ortak olan Hollandalıları birleştirip bütünleştirirken, dinî ve ideolojik kimlik Hollandalıları ayrıştırıyordu.

Hollanda liberalleri ve sosyalistleri ileri düzeyde toplumsal bütünleşme isterken, muhafazakâr-dinî kesim kendi cemaat ve dinî geleneklerinin özgürlüğüne vurgu yapıyorlardı. Bütünleşme lehine dinî kimliklerinden ‘taviz’ vermiyorlardı. Ve onlar hem çoğunluktu ve hem de politik olarak etkin idiler. Onlara göre sınırlı bütünleşme yeterli olmalı idi. Uzun süren politik çaba ve gerilimlerden sonra herkes için ‘orta’ (pasifikasyon) bir yol bulundu. Cemaatlerin kendi içinde özerklikleri kabul edildi ve bu kanuni düzenleme ile desteklendi. Hem özgürlükleri anayasal düzeyinde garanti edildi hem de eşit muamele görmeleri sağlandı. Devlet eşit muamele yaparken, cemaat ayrıştırabilecekti. Bu yeni dönemin özelliği ‘güçlü cemaat’, ‘mütevazi devlet’ oldu ve 1917 yılında itibaren ‘sütunlu toplum’ dönemi başlamış oldu.

Ülkesel ve politik düzeyde stratejik ‘bütünleşme’ esas olurken cemaat odaklı kimliğin paralel olarak varlığı daha da güçlendi. Bu döneme dinî cemaatlerin içine kapandığı, bireyler için cemaate uyumun esas olduğu hiyerarşik yapılar oluştu. Eğitim, sağlık, refah, ekonomik, iş, medya ve politikada güçlü ve rekabetçi dinî kurumlar oluştu. Özel-cemaat kimliğinin, ortak kimliğin lehine olarak, devlet otoritesinden alabildiğine ‘özgür’ olduğu ve sınırlarının oldukça geniş olduğunu görüyoruz. Bireylerin hayatını daha çok cemaatin belirlediğini görüyoruz. Devlet ve kamu alanı oldukça küçük ve dar. Devlet, cemaat kuruluşlarının finansı için ortak kaynak. Buna rağmen, kamu alanında ‘eşitlik’ esas iken, kilise ve cemaat içinde ve aralarında ‘eşitsizlik’ esas. Bu tip eşitsizlik/ayrımcılık, mesela kadınların eşitsiz konumlanması, cemaatin kimliğinden kaynaklanan bir kimliği ve dolayısıyla ‘hakkıdır’. Bu koşullarda ‘cemaat içi’ ve ‘cemaat dışı’ (kamu alanı) diye iki alan belirginleşiyor. Cemaat dışında insanlar daha özgür ve eşit, cemaat içinde ise daha az özgür ve eşit. Cemaat içinde dinî kurallar egemen. Cemaat içinde sosyal kontrol daha fazla iken, cemaat dışında kontrolün olmadığı bir durum. Zamanla cemaat ve ilgili kurumların öz kimliklerinin zayıflayıp çıkar ilişkilerinin belirginleşmesi söz konusu oluyor. Kimlikler ve tutumlar ‘görüntü odaklı’ olurken cemaat dışında insanların kimliklerinin daha ‘sahih’ oldukları durumu oluşuyor. Bu aşamada baskıcı kültür ve sosyal kontrolün sahih kimliği öldürdüğünü görüyoruz. Dinî ve politik liderlerin çıkarı ve zenginlikleri bir tarafta ve bu düzene kaynak ayıran saf-dindar daha çoğunlukta. Dinî cemaatlerde olan bu ‘sosyal kontrol’ şekle ve görüntü odaklı bir yaşantının oluşmasına neden olurken, dinî olmayan kesimlerin daha ‘özgür’, ‘eşit’ ve ‘sahih’ kimliklerin oluştuğu dikkat çekmedir. Bu konuda ciddi bir edebiyat da oluşuyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra ortaya yeni bir durum çıkmaya başlıyor. Kamu alanının ve ortak ulusal kimliğin, dinî cemaat/kiliseye nazaran, daha özgürlükçü ve eşitlikçi olması toplumsal ve kültürel bir dönüşümü tetikliyor. İşçi kesimi, kadınlar, Yahudiler ve homoseksüel cinsiyetine sahip kişiler çok hızlı bir şekilde kötü konumlarında kurtuluyorlar. Özgür ve eşit bireyler oluyorlar. Bu tecrübelerden sonra, toplumsal, bireysel ve kültürel özgürlüğün ve eşitliğin, cemaatlerin (sütunların) dışında olduğu iyice belirginleşiyor. Bunu keşfeden savaş sonrası neslin, özgürlük ve eşitlik için topluca kilise ve cemaatleri terk ettiklerini görüyoruz.

Hollanda toplumu artık daha belirgin olarak bireyselleşerek sekülerleşiyor…

Bu nesil, kendi babalarına, kilise papazına, kiliseye ve dindar aile yapılarına isyan ederek, baş kaldırarak cemaati, kiliseyi ve dindar ailesini terk ediyor. Dinî prangaları kırıyorlar. Hollanda’nın yakın tarihinde ortaya çıkan bu sürece sosyologlar ‘kilisesizleşme’ ve ‘özgürleşme’ diyorlar. Hollanda toplumu artık daha belirgin olarak bireyselleşerek sekülerleşiyor. Geçtiğimiz asrın seksenli yıllarına geldiğimizde kilise ve cemaatlerin, üyelerinin belirgin olarak azaldığını ve asrın sonunda ise ‘dinsizlerin’ toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu görüyoruz. Kilise ve Hristiyanlar azınlıktadır. Din, kilise ve cemaat geçmişi ve eski zamanları çağrıştırmaktadır. “Buyurgan, üyesini hayatını daraltan, kapatan ve özgürlükleri kısıtlayan kurum” olarak dikkat çekmektedir. Bu dönemde ortak ve kamu alanın genişlediğini görüyoruz. Dinî kimlik en pratiklerin alanı daralıyor ve özel alana itiliyor. İnanç ve dinî yaşantı evde, özel alanda yaşanan bir değerdir, soyut bir hayat anlayışıdır/felsefesidir.

Bu dönüşümün ilk önce liberaller ve sosyalistlerde ortaya çıktığını görüyoruz. Kim cemaati ve dinî pratikleri terk etti ise onun özgürleşmesi oluyor. Benzer bir durum kadınlarda da oluyor. Cemaati, kiliseyi ve dinî geleneği terk eden kadınlar da özgürleşiyor ve emansipe oluyorlar. Bu süreçte iki husus öne çıkmakta:

Birincisi, dinî pratiklerini dönüştüremeyen ve değişen koşullara uyum sağlayamayan cemaatler üyelerini ve tabanını kaybederek marjinalleşiyorlar. Kiliseler kapanıyor ve cemaatler küçülüyor. Katolikler ve Protestanlar halen bu ‘boşalma’ sürecini yaşıyorlar.

İkincisi ise, alternatif dinî pratikler ve dindarlıklar oluşuyor. Bir bireysel tercih olarak. Cemaat dışı ve kolektifleşmeden. Özgün dindarlık. Bu dönüşümde dikkat çeken husus, özgürlüğün ‘bedeli’ cemaatten kopma ve dinî kimliği özgünleştirme oluyor. Bunun somut karşılığı ise, “özgün kimliğin ortak ve kamu kimliği ve sınırları ile uyumu hâle getirmek demek” oluyor. Aykırı unsurlar çözülüyor. Bu durumda ortak ve ulusal kimlik ve sınırları, özgün kimliği kapsamaktadır. Sadece bu uyumlu olma ve kapsanma hâlinde dinî kimlik ve pratikler özgür olmayı hak ediyor. Özgün olmayan, objektif ve kolektif olarak ve cemaatle yaşanan dinî pratikler uyumlu olmuyorlar. Yani ortak ve ulusal kimlik ve sınırları ile kapsanamıyor. Bu tip dindarlık hem geçmişi çağrıştırıyor ve hem de paralel oluyor. Hakim ve geçerli olan ulusal düzenin bir nimeti ve ürünü olan ‘özgürlüğü’ de hak etmemiş oluyor.

Bu tip ‘özgürlüğün’ toplumsal mükâfatı ise toplumsal eşitlik oluyor. Hangi temele (dinî, cinsi, etnik, ideolojik) dayanırsa dayansın özgün kimlik uyumlu kimlik oluyor.

Uyumlu kimlik, Hollanda’nın politik-anayasal düzeninde ‘özgür’ olma imkânını elde ediyor. ‘Özgür’ olan kimlik ise ‘eşit’ muamelenin dayanağı oluyor.

Eşit muamele ise tam bir toplumsal mükâfat oluyor. Buraya giden süreç ise dinî kimliğin ortak kimliği kapsayacak şekilde uyumu ile başlıyor. Eşitlik, Hollanda’nın en üstün ve yüce erdemi oluyor. Hem kamu alanını ve hem de özel alan için geçerli oluyor. Toplumsal gerilimler ise eşitliğe direnenlerin olduğundan kaynaklanıyor.

Raşit Bal     —◄◄