Merhaba değerli dostlar ve okuyucular.

Yeni bir sezona başlarken küçük bir açıklama yapma ihtiyacı duydum. Bu zamana kadar yazdığım yazıların çoğu bana “doğum sancısı gibi” deyiminde olduğu gibi zor geldi. “Doğuş” ismine yakışır/ müsemma olur inşallah.

Konular ve konu başlığı hazır olsa da, hissiyat/duygu ve günümüze hitap edecek anlam bütünlüğü yeterli değilse, sadece gazete köşemi doldurmak için, yani “yazmak için yazmayı” pek samimi bulmadığım için son güne kadar beklemiş ve Zeynel Abidin Kılıç abiye ancak bir ilham gelirse yazabileceğimi söylemişimdir.

Bunu niçin söylüyorum?

Burada yazmanın sıkıntısını kendi adımıza dile getirirken okuyucunun da hakkını gözeterek kıymet verip zaman harcadığı bu makalelerin bir cümlesi bile “laf olsun” diye yazılmamalı, yürekten bir şey vermeli, ciddi bir hikmeti ve hedefi olmalı diye düşünüyorum.

Bu ayın yazısına gelince, “Ben” “Ben” diye başlayan cümleler “Benlik” ile ilgili bir kibir veya tevazu konusu değil sadece “şehadet” konusunu içerir. Eğer kibir varsa (mesela, “Bu fakir, naçizane, bendeniz vs.”)

gibi tevazu ve hiçlik belirten bu ifadeler bazen içinde gizli bir kibri barındırıyor olabilir. Fakat bu ifadelerin sahici veya sahteliğini basiret ve irfan sahipleri hemen anlar. Çünkü, “Kibir, sarımsak ve soğan gibidir, hemen kokusundan anlaşılır.” buyurur Celâleddîn-i Rûmî.

Bu bağlamda “Ben” kelimesi kullanılır mı? Onun yerine “Biz” mi demeliyiz?. Bu, yerine göre değişir. Şehadet getirirken “Neşhedü” (Biz) demiyor, “Eşhedü” (Ben) dediğimiz gibi bir çok meselede de gayet samimi bir şekilde “Ben” diyebiliriz.

Ve burada ki “Ben” gramerde tekil şahıs belirtse de manada tarihe tanıklık etmiş tüm samimi müminleri kapsar. Çünkü biz, Kur’an’da hak olarak bahsedilen Adem’den (as.) Nuh’tan (as.) kıyamete ve sonrasına varıncaya dek tüm zamanı kapsayan bir bilgiye sahip ve Efendimiz’in (sav.) örnekliğinde de tüm insanlara “hakem/şahidiz.”

“O size hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar” adını verdi ki peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz.” (Hac sûresi 78.)

…………….

Ben, Adem’in (as.) cennetten düştüğü günden beri kederde, gamda;

Habil’in cinayetinden bu yana da hep hüzünde yastayım.

İşte insanlığın talihi bu, asırlardır tarihin gözündeki akan yaştayım.

Tufan görmüş bu topraklar; güzel İremi arim seli vurmuş, gür gümran olmaz artık bitkilerim, acı ılgın buruk yemişli kaldı bahçelerim.

Günahlardan zulümlerden helak olmuş yurtlarım; harâmiler diyarları harap etmişler, bir türlü ümran nedir bilmemişim.

Ben, eşinin, evladının icâbet etmediği, halkının da alay ettiği Nuh’un (as.) gemideki yalnızlığı; Tûr’î Sinâ’dan gelen Musa’ın (as.) Samiri’nin yaptığı buzağı ve ona tapan İsrailoğulları’na kızgınlığı; havarisiz, sahabesiz, sahipsiz Lût’un (as.), sefil, edepsiz ib.. Sodom ve Gomore halkına karşıda çaresizliğiyim.

Ben, Firavunlardan, Nemrutlardan daha çok Bel’am’ların ve din kisvesine bürünüp dîni istismar eden sahte dincilerin mağduru ve muzdaribiyim. (1)

Duyduğum kadarıyla rivayet şöyle.. Hasan Basri efendimize bir Hac mevsiminde birileri gelip, “İhramlıyken sivrisineği öldürmek caiz mi?” diye sorarlar. O da, “Siz nerelisiniz, nereden geliyorsunuz?..” diye sorunca, “Biz Kûfeliyiz.” derler. Bunun üzerine o âlim, fazıl ve yiğit insan muhtemelen onlara güzel bir hakaret ettikten sonra, “Siz peygamberin evladı Hüseyin’in kanını döküp, sivrisineğin kanının hesabını mı yapıyorsunuz.!?” diyerek azarlar ve kovar.

İşte günümüze örnek bir hadise…

Ümmet bu perişanlık içindeyken, Filistin ve bir çok ülkelerde de Hüseyinler kıtır kıtır kesilirken günümüzde insanlığın yararına ilahiyatçı, tarikatçı, teşkilatçı, fıkıhçı geçinen (iyilerini tenzih ederim ama onlarda pek az.) “Din” adına ne anlatıyorlar?..

Bunlarda tevhid ve şirk mücadelesi, Allah’ın hükûmlerinin hâkim olması, ümmetin ittihadı (İslam Birliği meselesi) siyasi şuur, adalet, cihad, ehliyet ve liyakat konusunda bir ahlâk, “emri bil maruf ve nehyi anil münker.” yapacak da cesaret ve kabiliyet bulabilir misiniz?..

Bu ilke ve erdemler için malıyla canıyla mücadele eden, güçlünün yanında değil de haklı olan düşman bile olsa onu savunan her kişi yüce bir ahlâka sahip, namuslu, şerefli, aziz bir insandır.

Hayati meseleler ile ilgili çapları ve davaları olmadığı için teferruatın teferruatı olan konuları asıl mesele gibi sunuyorlar.

Dinî ve onun sembollerini, kavramlarını bir kalkan olarak kullanıp halkı uyutan, uyuşturan, hurafe ve lüzumsuz hikâyeler ile maddî ve manevî sömüren kan emici bu şarlatanlar var ya… Onları ifşa edecek herkesi, gerek “Ehli sünnet” dışı olmak ve gerekse her türlü iftira ile aforoz ederek kurtulacaklarını sanıyorlar.

Efendilerini övmekten Efendimize (sav.) sıra gelmiyor. Kitaplarını hatim etmekten Kur’an’ı Kerimi anlamaya zamanları olmuyor. Mesela, araştırma için uzaya giden mekiğin (ne günahı varsa…) efendi hazretleri güya mana âleminden tesir ederek cıvatasını söküyor ve infilak ettiriyor. Peki bu efendi hazretleri neden İsrail’in Filistin’e attığı füzelerin cıvatasını da gevşetip sökmüyor?..

 

Kimisi de, (efendilerini kastederek), “Bir Allah dostunun yüzüne bir an bakmak, Allah’ın huzurunda bin yıl nafile ibadet yapmaktan efdaldir.(daha kıymetlidir.)”diyor.

“Zırva tevil götürmez.” demişler de zırvadan öte şirke düşürecek sözler değil mi bunlar?..

Seksen/yüz milyon insanın takip ettiği birinin karakterinde yalancılık, iftira ve düzenbazlık olduğu hâlde, hakla batılı birbirine buladığı için halk “hoca” diye rağbet ediyor. Çünkü kıyafeti, sarığı, sakalı, tavrı ve edası o biçim.

Taze okunmuş Yasinler, hatimler, okunmuş zemzem suları ve nali şerif ticaretleri..

Sonra sayılar, rakamlar, rüyalar, gizemler, sırlar, uçup kaçan mistik ruhban bir din hortlatıyorlar.

Halkı ve peşinden gidenleri sömürmek için

kefenin üzerine bir takım yazılar yazarak -Bu yazının mürekkebinin çok pahalı ve kumaşının da çok kaliteli oluşunu vurgulayarak- kabir azabından koruyacağını söylüyor.

Uydurdukları dini ve din malzemelerini çok pahalı verseler de, Kur’an bu ‘Din TÜCCARLARINA’, “Allah’ın dinini/ ayetlerini, “Semenen kalilâ” Çok ucuza satıyorsunuz.” diyor. (Bakara 174.)

Allah sadece, “İman eden ve salih amel işleyenlerin” kurtulacağını belirtirken ve Efendimizin (sav.) sahabenin, tabiinin vd. muteber ulemanın böyle bir tavsiyesi ve uygulaması olmadığı hâlde bu adamlar(!) din ile aldatıyorsa burada dini bilen ve temsil makamında olan namuslu emin zatlara görev düşmektedir. Bunlar anlatılmazsa dini ve peygamberi bu komik palyaço tipler üzerinden tasvir ve tahayyül eder insanlar.

Çünkü halk, “Allah, peygamber” dedikten sonra Arapça telaffuzda bulunan her sözü ayet ve söyleyeni de âlim sanıyor.

Bu saçmalık ve sahtekârlık örneklerinden sadece bir kaçı. Ümmetin dirilişinin önünde kafirlerin engel olduğunu düşünmüyorum. Bu ham yobazlar varken düşmana ne hacet.

“Bir hakikati yok etmek istiyorsan; ona “iyi” saldırma, onu “kötü” savun!” Ali Şeriatı. Dine Karşı Din.

Bu eleştiriler, ne tasavvufun hikemi öğretilerine, ne tarikatın Kur’an ve sünneti esas alan ilkelerine, ne de bu yolu temsil eden muttaki ve ehil mürşitlerinedir. Bunları (dine ve kendilerine ruhban havası veren sahte ve riyakâr tipleri) tâ ilk dönemlerde Hz. Aişe annemiz yürüyüşlerindeki tuhaflıktan fark ediyor, İmam Gazâlî efendimiz ise kendilerine takva havası vermek için yüzlerinin rengine varıncaya kadar nasıl hâlden hâle girdiklerini uzun uzadıya anlatıp ifşa ediyor, Yunus Emre’de şiirlerinde dervişliğin şartlarını belirtirken, “Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil..” diyerek önce öze/ahlâka vurgu yapıyor. Fakat -Allah razı olsun-, sonrada layık olmayanlara bakarak, “Hırkanın ne suç var” diyerek kızgınlığa bu kıyafetleri kurban etmiyor:

“Dervişlik dedikleri

Hırka ile taç değil

Gönlün derviş eyleyen

Hırkaya muhtaç değil.

Hırkanın ne suçu var

Sen yoluna varmazsan

Vargıl yolunca yürü

Er yolu kalmaç değil.”

(Bu yol gevezelik yolu değil, hâl ve ahlâk yolu.)

Şu an aklımda net kalmadığı için diğer tarikat ve tasavvuf büyüklerinden örnekler veremiyorum ama çok iyi biliyorum ki onlar da bu şarlatanlardan hep şikâyet etmişlerdir.

Ben, Kenan elinde kalmış; “…oğullarından yüzünü çevirdi de: “- Ey Yûsuf’un ayrılığı ile bana gelen hüzün!” dedi ve kederinden gözlerine ak düştü; artık derdini gizleyip duruyordu.” (Yusuf 84.) kıssasında olduğu gibi, yüzünü (ve artık gör(e)mediği içinde gözünü) işgüzarlardan çevirmiş, derdini Allah’a havale etmiş, umutla Yusuf’unu bekleyen Yakup (as.) gibi tevekküldeyim.

………….

Teessüf Nâme

Yumak yumak yutkunurum Yakup gibi gamımı,/

Ne kokusu ne kendisi gelmez Yusuf’un;

Hiç bırakmaz sadık dostum benim tasam peşimi,/

Hüzne dûçar, yalnızlığa giriftarım;

“Esefâ Alâ Yûsuf…”, kimseye değil, kendime küs, kendime teessüfüm!..

(……….)

Zevk nedir?. Sefâ, askerlik arkadaşı;

huzur, bilmem ki o nerinin sokağı?..

Dünya dediğin vefasız, yalancı, maskeli cadı;/

İnsanın zâhiri güzel zahîr, bâtını tahir olmalı,/

“İhtişam baktığında değil, bakışlarında olmalı.”

Gönül!.. taht değil turap oldu, gömdüm acıları,/

Suçlu zaman mı, yoksa dram mı ağartan saçlarımı?..

Kuş uçmaz, kervan göçmez, devran dönmez mevsim bende dâim kıştır,/

mutluluk dediğin nesne (ne ise) galiba ahirete kalmıştır.

Mızrap vurur tellerime “âh..” eder inler miyim?..

Gül’ün aşkıyla yanan nâlân-ı bülbül ben miyim?.

Bir perde ki mahrem sırdır, ben nâmahrem miyim?..

Beklesem gecelerce, “Gel” der mi sevgili?…

Ben yâr mı, yoksa ağyâr mıyım?..

Silvolde 2010.

Murad Altun