
Merhaba değerli dostlar.
Allah’ın insana bahşettiği ve diğer yaratılan varlıklara karşı üstün kıldığı en değerli özelliği (bilgeliği ile birlikte) bir şeyi tanımla, tasvir etme ve beyan etme (açıklayabilme kabiliyetidir.)
Zaten melekler eşya’yı/nesneleri ve isimleri sınırlı seviyenin üzerinde bilip tanımlayamadıkları için (Âdem’in (as.) bu ilmine karşı) secde etmek zorunda kaldılar. (Bakara 32-34.)
Bir de konuşma kabiliyeti, bilgi ve kültürünün ötesinde insanın karakterini, Ziya paşanın deyimiyle “üslûb-u beyan”ından tanırız.
“Bir insanın ifade tarzı kendisini anlatır” ya da tam tersi “insan ne ise öyle konuşur.”
“Bir insanın dili, seçtiği sözcükler, konuşma üslubu kendisiyle özdeştir.”
Zaman zaman muhatabıyla en zıt fikirlerde bile olsa tartışabilen insanları da görüyoruz. Ses tonu, hitap şekli ve saygınlık içeren cümleleri…
Karşısındakinin sözünü kesmiyor, bağırmıyor, alay etmiyor ve en önemlisi de şahsiyetine hakaret etmiyor.
Kimimiz de gerek aile içinde gerek toplumsal alanda en basit konularda bile fırtınalar koparıyoruz…
Derviş Yunus iş bu, “söz ve üslub”un önem ve etkisini çok iyi anlamış ve izah etmiş.
“Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz.”
Bu gün sosyal medyada paylaşılan yazı ve konuşma dilinin seviyesine bakar mısınız..
Daha önceki yazımızda, “Zehirli ve Sihirli sözler.” başlığında belirttiğimiz gibi, kavramlar yerli yersiz kullanılarak yıpratılmış, kutsal değerlerde aynı şekilde bir kalkan olarak kullanılarak suiistimal edilmiştir.
Zehirli sözlere örnek olarak; “Hain, terörist, dinsiz, kansız, şerefsiz” gibi vs. sözlerle şeytanlaştırmaları görürken;
Sihirli sözlere örnek olarak da; “Vatan, millet, din, bayrak” gibi bir takım sembolleri uçurup kaçırıp putlaştırıp -hakkın adaletin üstünü örterek- kendi tekelinde yekdiğerine karşı bir silah olarak kullanıldığını görüyoruz. Gerçi bu yeni görülmüş bir hâl değil, tarih boyunca aynı mutaassıp, faşizan ve cahil toplumların tipik karakteri.
Kur’an’da peygamberlerin kafirlerle mücadelesine baktığımızda hiç birinin muhatabının şahsiyetine yönelik bir sövgü ve hakarette bulunduğunu göremeyiz..
Yol ve tutumlarını ciddi manada eleştirmişlerdir ama ne soyu sopuna, ne de boyu ve tipine yönelik bir aşağılama ifadesi kullanmamışlardır.
Zaten şerefli ve yüce bir değerle görevli kişilerden böyle seviyesiz sözler sadır olmaz.
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış…” (Nahl 125.)
Yine Kur’an bize nasıl bir metod ve üslupla konuşacağımızı da öğretiyor:
Kavl-i hasen (güzel söz), kavl-i ma’ruf (uygun, olumlu, anlaşılır söz), kavl-i adl (dengeli söz), kavl-i sedid (sağlam ve doğru söz), kavl-i tayyib (hoş söz), kavl-i leyyin (yumuşak ve faydalı söz), kavl-i kerim (nazik ve saygılı söz), kavl-i beliğ (açık söz) ve kavl-i meysur (kolaylaştırıcı söz).
Bunun manası: Kaba, çirkin ve kinci sözleri kullanmadan, bir takım lakaplar takarak alay etmeden, kinayeli ve muğlak sözlere girmeden ağuyu bal eden, düşmanı dost eden, savaşı sulha çeviren sözleri ve üslubu yöntem edinmeliyiz.
Pâdişah ve rüya tabircisinin hikâyesi..
Pâdişâhın biri, rüyasında, dişlerinin önden arkaya doğru döküldüğünü, yemek yiyemez hâle geldiğini görür. Canı sıkılan pâdişah, gördüğü rüyanın yorumunu yaptırmak üzere derhâl saray tâbircilerini huzûruna çağırtır.
Rüyâsını anlattıktan sonra tâbircibaşına:
“Hele bir söyle, bu rüyâ hayır mıdır, şer midir? Neye işarettir?” diye sorar. Tâbircibaşı hiç düşünmeden:
“Maalesef şerdir pâdişâhım!” der ve sözlerine şöyle devam eder:
“Uzun yaşayacaksınız; ama ne yazık ki gözlerinizin önünde bütün yakınlarınızın birer birer ölüp sizi yapayalnız bıraktıklarını göreceksiniz.”
Tâbircibaşının bu yorumu, pâdişâhın gönlünde âdeta soğuk rüzgârlar estirir. Bir anlık sessizliğin ardından pâdişah hiddetle kükrer:
“Tez atın şunu zindana, felâket tellâlı olmak neymiş öğrensin!”
Muhâfızlar, tâbircibaşıyı yaka-paça götürüp zindana atarlar.
Pâdişah, bu kez huzûrundaki diğer bir tâbirciye dönerek:
“Sen söyle bakalım, rüyâmın tâbiri nedir, hayır mıdır, şer midir?” der.
Tâbirci sükûnet içinde bir müddet düşünür, sonra birden yüzü aydınlanır ve tane tane konuşmaya başlar:
“Hayırdır pâdişâhım, hayırdır!” der. “Bu rüyâ, bütün yakınlarınızdan uzun yaşayacağınızı ve daha nice seneler ülkenizi huzur ve saâdetle idâre edeceğinizi gösterir.”
Bu habere çok sevinen Pâdişah, tabirciye iki kese altın ihsân eder.
Olup biteni başından beri izleyenler ise, şaşkınlıkla tâbirciye şu suâli sorarlar:
“Aslında sen de tâbircibaşı da aynı şeyi söylediniz. Pâdişah neden onu cezâlandırdı da seni mükâfatlandırdı?”
Tâbirci tebessüm eder ve şöyle der:
“Elbette aynı şeyi söyledik; fakat öyle zaman olur ki, ne söylediğinden ziyâde nasıl söylediğin ve kime söylediğin daha mühimdir.”
“İşte, ifâdedeki üslûp farkı dolayısıyla aynı mânâyı ifâde eden sözlerin, muhâtapta meydana getireceği müsbet ve menfî neticeleri gösteren, ibretlik bir kıssa.
Bu kıssadan alınması gereken hisse ise; hakkı söylerken, sözü, muhâtabın hissiyâtını dikkate alarak, ince düşünüş, firâset, nezâket ve zarâfetle söylemenin ne derece ehemmiyetli olduğudur.”
(Osman Nûri Topbaş)
Murat Altun —◄◄