Dünyanın kuytusunda idi. Yeterli bulmamış olacak ki sükut suretine bürünmüştü. O kuytunun kenarından bir penceresi vardı Allah’a açılan. Oradan bakıyordu bize. Oradan bakıyordu bize ve anlamaya çalışıyordu bizi… Yaptıklarımıza çok büyük anlamlar yüklerken bizler. Ne garip.

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

O odanın içinden otuz dokuz yıl bize baktı. Biz o odanın etrafında otuz dokuz yıl ondan uzak yaşadık. Tül perdeyi havalandıran rüzgârın insanın içini okşayan ahengi, yağmur sonrası doğan güneşin su birikintilerinin üzerindeki oyunları, karlı ve soğuk bir günün sabahında uyanan gariplerin soğuğa mukavemeti gibi görüntüler bizi ona yaklaştıramadı. O bunları ve daha fazlasını biliyordu.

 

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

Elleri titrediğinde, ellerimizi tuttuğunda, gözlerimizin içine baktığında, bizde olan her ne var idiyse biliyordu hepsini. Biz bilmediğini düşünerek ilerliyorduk. Nereye? Dünyaya… Bizim olması için kavga ettiğimiz dünyaya. Dışımızda değildi dünya, içimizdeydi, kalbimizi kaplamıştı. O elleriyle bizi dünyadan çekiyordu. Göremedik, bilemedik…

 

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

‘Her demet zalim felek sineme dokunma benim’ türküsü yanında okunduğunda ağlardı. Göz yaşları yanaklarına dokunarak ağlardı. Severdi göz yaşları onu, ezelden aşina bir simayı  sevmenin güzelliğiyle. Sinemize dokunan şey bu resimden, yalnızca bir an. O bir büyük yazgıyı usulünce sinesine bastırırdı. Sinesinde neler vardı…

 

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

Toprağa yakın olmanın bize temin ettiği saflığı, beton yığınlarının aldatıcılığına değiştiğimiz hayatın içinden, başımıza gelecek depremleri haber eder gibiydi. Motor seslerinin, telefon mesajlarının, yüksek sesle konuşmaların kalbimizi oyan rahatsız ediciliğini, naifliğiyle titreyerek bize âdeta ihbar ederdi çoğu zaman… Ama nerede… Duymuyorduk. Duymak istemiyorduk… Kan/mak istiyorduk söylenenlere. Kana kana susuzluk içiyorduk…

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

Ziyaretlerde hatıralar sökün ederken, çember peşinde koşuşan çocuklar safiyetinin olduğu ziyaretlerde o bizim bahtımıza büyük bir dinginlik düşürendi. Biz büyüklerin payına masumiyet tedarik ederdi.

Kimsenin alınmayacağı, kimsenin kaş çatamayacağı bir taksimat yapardı.

Rızayla doyurdu bizi kaç yıl. Huzurdaydı, huzur onun yanındaydı…

 

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

Zenginlik neydi? Kim zengindi? Şehrin hengâmesinde kim kime minnet edip yol alabilirdi? Resimler ile kayıt altına alınmış hayat, duvara asılı bizlere bakıyordu. Bir yerde mutluluğu dondurmak ve hep ona bakarak mutlu olmak için çırpınırken, o bize zamanın akıp gittiğini öğütlüyordu. Duyuyor musun? Dünya umarsız bir şekilde kulaklarımızı sağır edercesine aramıza girip, öğütleri duymamızı engelliyordu. Eksilerek, ufalarak yürüyorduk/yürüyoruz…

 

Cennet kuşu olup ellerimizin arasında uçup gitti.

Oğuldu, ağabeydi, torundu, yeğendi, kuzendi. Öndeydi, arkamızdaydı. Bayramda kapısı çalınandı. Yüzsuyu dökmekten azadeydi. Kayıtlı değildi. Kar beyazıydı. Gözleri mavi gökyüzü doluydu. O’nun adıyla adlandı. Adı Mustafa’ydı.

 

Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

Otuz dokuz yıl ürkek bir ceylan gibi bize nazar eden, adını ağzımıza şeker ettiğimiz o güzel yüzlü, melek safiyetli Mustafa, dayımın oğlu Mustafa Cennet kuşu olup ellerimizin arasından uçup gitti.

Mezarlıkta aramaya ne hacet…

Tûbâ ağacının dalına kondu.

Biliyorum.

Pencereleri açıp dinlesem, sesini duyar mıyım?

Duyar mıyım seni Mustafa?

Duyar mısın beni Mustafa?

Rahmet ve dua ile…

Behçet Ali Şeker                     —◄◄