
Bu ayki konumuz, Avrupa’da yükselen aşırı sağ. Aslında önce şu soruyu sormak lazım: Gerçekten aşırı sağ artıyor mu? Bunun cevabı “evet” ve dayandığı yer ise tabii ki yapılan seçimler. Bir kaç veriye bakalım önce: Fransa’da Le Pen’e karşı Macron son anda ipi zorla göğüsleyebildi. Şu anki tabloda en fazla oy alan partilerden ilki Macaristan’daki Orban % 59 almışken, Polonya’daki PİS partisi ise % 50 oyla onu izliyor. Şimdi ise en enteresan olanı geliyor. Bu iki ülkeyi en son İsveç ve Finlandiya izliyor ve oylar % 30 ile % 21 olarak tescillenmiş. Bahsettiğimiz geçmişte sosyal demokrat kültürün öncüleri olarak ifade edilen ülkeler ve bakın ne hâle geldi İskandinav’lar!
Buna karşılık 2000’li yıllardan itibaren seçimleri zorlayan aşırı sağcılar da, Belçika, Avusturya ve Almanya’da oy kaybetmeye başladılar. Ama Avusturya’daki her fırsatta Müslümanlara ve Türkiye’ye dil uzatan sağcı başbakanın yolsuzluktan görevden alınması ise bence çok eğlenceliydi. Neyse, en son tahlilde ise İsveç ve Finlandiya ile Avrupa’nın üçüncü ekonomisi İtalya da aşırı sağ sahnesine çıktı biliyorsunuz.
Hollandalı siyasal bilimci Cas Mudde’nin tezinde Avrupa’da, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana 4 aşırı sağ dalgasından bahsediyor ve 4. dalganınsa 2000 yılından günümüze uzandığını ifade ediyor. 2000 yılından bu yana aslında çok enteresan şeyler oluyor. Merkez sağ ile aşırı sağ arasındaki duvarın yerle bir olup artık tek blok olduğunu, önceden düşünülen ama söylemeye cesaret edilemeyen bir çok argümanın rahatlıkla ifade edildiğini gözlemleyebiliyoruz. Ne yazık ki bunda 11 Eylül olaylarının çok ciddi katkısının olduğunu da yadsıyamayız. Hollanda özelinde ise oy devşirmek için PvdA gibi adı işçi, yani sol tandanslı olan bir partinin nasıl sağ söylemlere kaydığını, hatta Müslüman dernek/vakıfları nasıl hizaya çektiklerine hepimiz şahit olduk. Hele hele araştırma komisyonlarında soru soran bir milletvekilinin sorularındaki nefreti görünce, Groen Links’ten olduğuna artık neredeyse hayret edesim bile gelmemişti.
Aşırı sağ yükselişte mi?
Evet. Konu yabancılar, Müslümanlar olunca, ağızlarında lafı gevelemeden fütursuzca konuşabiliyorlar mı, ona da “evet”. Televizyonda bounty kılıklı sözüm ona yabancıların da yabancıları temsil etmediğinden de hemfikir miyiz, ona da kocaman “evet”. O zaman şu soruyu sormak lazım: Kamuoyunda, sokağı, yani hayatın içindeki yabancıları temsil edebilecekler yok mu?
Sözcüler Nerede?
‘Aslında sözcüler var aramızda fakat onları çıkarmıyorlar, çıkarmak istemiyorlar tartışma programlarına’ diye bir mazeret uyduruyorlar ne zaman bu konu gündeme getirsem. Nedense bir türlü hemfikir olamıyorum bu arkadaşlarla. Bakın aşırı sağ bile, sicili kara ve kabarık olduğundan neo-faşizim kavramını üreterek toplum arenasında kendine yer açmaya çalışıyor ve meyvelerini topluyor. Gündemi takip ederek, herkesin anlayabileceği bir dil kullanarak, algı oluşturarak oy devşirmeye çalışıyor. Yani çalışıyor.
Peki bizim cenahta durum nedir? İki tür insan profili çizelim: İlki vakıflar olarak faaliyet yapanlar, diğeri ise belli vakıflara üye olan ya da hiç bir yere üye olmayan ama olan biteni de gözlemleyip seyirci kalan bireyler. Vakıfların bugüne kadar bu konuyla ilgili rüştünü ispat etmediğini benim söylememe bile gerek yok, çünkü zaten ortada yoklar. Gündem oluşturmak gibi bir gayelerine ben şahit olmadım. Ancak kendilerini birileri gündeme getirir, yani suçlarsa, cevap vermek için ancak ortaya çıkıyorlar. Onun dışında herkes kendi yağında kavrularak, kendi gündemi ile uğraşıyor.
Peki birey boyutu nedir? Eğer bir insan gidişatta bazı konulardan memnun değilse ve bundan rahatsızlık duyuyorsa yani “DERT” ediniyorsa, sadece kendi başına bir birey olarak bile bir şeyler yapabilir. Bakın, yabancılar üzerine kalem oynatan bir kaç Türkiye orjinli köşe yazarlarına, TV programcılarına, ya kitap yazmışlar, ya da makale yazarak, enteresan düşünceleriyle sivrilip kendini göstermişler.
Bir başka yöntem ise, toplumsal konularla ilgili olarak ulusal gazetelere makale göndermek. Konuya hâkim, dikkat çeken bilimsel yazıların yayınlanma ihtimali ve ardından sizi tartışma programlarına çağırmaları her zaman imkân dâhilindedir. Böyle bir durum olduğunda da edindiğiniz “DERT” ne ise onu herkesin anlayacağı olgun bir dille anlatabilmek ise başka bir beceri.
Bundan bir kaç yıl önce, Youtube’da video yayınlayan ve binlerce izlenmesi olan birisinin videolarını incelemiş, flap-over kullanarak kendim için daha anlaşılır hâle getirmiştim. Edindiğim sonuçları ise evde de paylaşınca ortaya şu sonuç çıkmıştı: Hedef belirlemek (visie-missie), anlaşılır az ve öz kelimeler kullanmak, yani uzun uzun cümleler kurup insanları sıkmamak vs. vs.
Demem o ki; bugün Hollanda’da kariyer yapmış, belli yerlere gelmiş ve Hollanda gündemini yakından takip edip, sonuçlar çıkarabilen, medya dilini iyi bilen arkadaşların da artık sahneye çıkmasının vakti çoktan geldi de geçiyor bile.
O zaman “DERT” edinen sıradan bir birey olarak şöyle bir davette bulunayım: Aynı derdi benimle paylaşıyorsanız, mail atın bana, buluşalım, konuşalım ve ortaya güzel bir proje çıkarıp sesimizi vakarlı bir Müslüman birey olarak duyuralım. Ama şartım var; samimi, dürüst, pozitif, adil ve vefakârsanız. Yoksa durduk yerde hiç birbirimizi üzmeyelim.
Ergün Madak —◄◄