
Ben hep Seni aradım…
İlkbahar yaz sonbahar kış, her mevsimin tonlarında,
Ayçiçeğinin sarısı, mor dağların ufuklarında,
Güneşte, ayda, parlayan yıldızlarda, Gök yüzünün mavisi, sahile vuran dalgalarda,
Enfüste ve âfakta…
Gördüğüm her manzarada,
Elest bezminden bu yana ben hep Seni… Seni aradım!..
~~~~~~~~~~~
Tâ ezelden geliyor bize bu sevda, bugün hâlâ ser-hoş, şaşkın ve bir şeye aşığız biz. O şey nedir veya kimdir?..
Çocukluğumuzdan bu yana tüm beşeri aşklar hakiki aşka giden yolda birer mecazmış meğer. İnsan güzeli/ güzelliği seviyor da güzeli yaratanı bilip sevemiyor.
Ahmet Paşa gibi edebiyatçı şairler o ilk dokunuşun,
“Elest bezmi (Kâlu belâ)” veya “ve nefahtu fihi min ruhi” Allah’ın insana ruhundan üflemesi’nin sırrını,
“Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim” diyerek dile getirmiş.
Buna nazire olarak da Mehmet Akif şu dizeleri söyler:
“Senin Mecnûn’unum, bir sensin ancak taptığım Leylâ;
Ezelden sunduğun şehlâ-nigâhın mestiyim hâlâ!”
“Veli mevzûunu bulamaz ki ‘ben’ desin!” diyen Abdulhakim Arvasî hazretlerinin bu sözünü nasıl açıklayabiliriz?..
Varlığının merkezinde Allah olduğu için kendiyle ilgili bir bilgiye, bir yere sahip değildir ve zaten bunun farkında da değildir Veli. O yüzden mevzuunu yerini ve kendini bilmez.
âşık da öyle değil mi?. Onda da benlik olmaz, çünkü âşık maşukunda fani olduğu için ortada “benlik” diye bir şey kalmamıştır. Veli ve âşık böyle olduğu gibi deli de öyledir.
Hallacı Mansur’un “Enel Hak” (Ben Hakk’ım) demesine gelince, ölümüne sebep olan bu söz, isminden ve cisminden/ benliğinden sıyrılıp aşk ile hakta fena bulması olarak anlaşılmıştır.
İblis de, “Ene Hayrun- Ben hayırlıyım” dedi ama onun “Ene” si kabul görmedi. Çünkü o merkeze kendini koydu. Kendine âşık oldu.
İnsan neyi severse hep onu anar, her yerde her şeyde onu görür, her şey onu hatırlatır ve onun dışında her şeye karşı lakayıt kalır.
Zahid geçinen bir adam büyük Veli Rabiatü’l Adeviyye Hatun’un yanında sürekli dünyanın kötülüğünden ve fani oluşundan bahsederken Rabia Hatun, “Eğer sen gerçekten zahid/ dünyaya değer vermemiş ve sevmemiş olsaydın bu kadar bahsedip durmazdın.” diyerek o kişinin bu samimiyetsizliğini ifşa etmiş.
“Benim kalbim temiz” deyip, amelsiz ibadetsiz kendini temize çıkaran ve Allah’ın katında değerli olduğunu düşünüp Allah’ı çok sevdiğini iddia edenlere Rabbimiz bir şart koşuyor: “(Ey Resulüm!) De ki: “Eğer (gerçekten) Allah’ı seviyorsanız (bu iddianızı ispat etmek üzere) Bana tâbi (ve teslim) olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlayıversin. Allah Gafûr ve Rahim’dir.”
(Ali İmran 31.)
Evet her iddianın bir ispatı gerekir.
Maldan candan bir fedakârlık olmadığı gibi bir de nefsin arzularına uyup Allah’ın rızasını dileyene ne demeli?..
“Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.” (Niyazi Mısrî)
“Her şeyin başı imân… İster Hak, İster Batıl kutuplarda olsun, her oluş için imân şart…”
Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri şöyle buyuruyor: “Evvela inanmaya inan!.. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!.. Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka bir şey… İstersen, bir odun parçasının tepesine sırmalı bir külâh geçir ve ona inan!.. Fakat inan!..”
Burada kastedilen bir şeye samimiyetle inanmak.
Evet, insan bir şeyi başarmak istiyorsa ona inanmalı ve sevmeli ama çok sevmeli.
Sevginin şiddetine ise “aşk” diyebiliriz.
“İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir…” (Bakara 165.)
“İlâh” ve “Allah” lafzının kökenine bakınca ortaya çıkan mana: “tapınmak, kulluk etmek” anlamına gelen ulûhet (ilâhet, ulûhiyyet), “hayret etmek, gönülden bağlanıp sığınmak” mânalarındaki veleh (eleh) veya “gizli olup duyu idrakinin üstünde bulunmak” anlamındaki leyh kökünden türemiş olabileceği kabul edilir. Buna göre ilâh “tapınılan, yüceliği karşısında hayranlık duyulan ( secdeye kapanıp “Sübhanallah” demek bu hayretin bir ifadesi olarak “her türlü noksan sıfatlardan tenzih edip tüm üstün âli sıfatlarını tasdik etmenin hâle yansımasıdır.) ve tutkuyla sevilen kimse/ varlık” demektir.
Bundan dolayı Allah demek “anlam” demek, “aşk” demektir. O hem âşık, hem maşuk hem de aşktır.
Kendisinden az bilgiye sahip olduğumuz o ruh ile ezelden ebede hep Onu arıyoruz.
Merhum Neşet Ertaş’ın Leyla’sına yazdığı, “Ölürüm sevdiğim zahirim sensin, evvelim sen oldun ahirim sensin.” türküsü, onun haktan gönlüne inen -Çünkü El-Evvel de O, El Âhir de O. Ez-Zahir de El- Batın da O.- ilhamın aslında mecazen bir beşere söylenmesidir.
Aşk beğenmek değil tutulmaktır. Her ne kadar âşık gramerde ismi fail olsa da manada meful (edilgendir.)
Bazen de maşuk nazlanır, şımarır; niye?.. Çünkü âşık ona çok büyük anlamlar atfettiği için o da kendini olağanüstü görür. Hâlbuki yüzlerce kişi içinde onlardan hiç bir farkı yokken aşık onu alır ve en yüce gönül tahtına oturtur. Yani maşukun değeri âşık sevdiği sürece vardır.
Kadir’in Leyla’ya olan aşkı onu mecnuna çevirince herkes Leyla’nın dünya güzeli bir kız olduğunu düşünmüşler. Bir de baksalar ki kara kuru bir kız. “Yazık sana!.. Bu kız mıydı seni mecnuna çeviren?..” demişler.
Mecnun da, “Siz ona bir de benim gözümle bakın.” demiş. Evet, demek ki sevmede mesele “güzellik” ve “çirkinlik” değilmiş. Beşeri aşk dediğimiz de aslında ilahî bir şeymiş.
Demek ki âşığın gönlündeki o sır/mânâ/aşk henüz Allah’a erebilecek bir istidada sahip olmadığı için karşı cinse yöneliyor.
“Bende mecnundan füzun âşıklık istidadı var âşık-ı sadık benem mecnunun ancak adı var.” Fuzuli.
Aşk’ın varlığı firkatte/ ayrılıktadır. Vuslat (birleşme) aşkı bitirir.
Belki de bütün beşeri aşklar ilahî aşkın varlığına birer ayet alamet ve tecrübe kazandırmak içindir.
“Mecnun’a sordular, Leylâ nice oldu?
Leylâ gitti adı, dillerde kaldı.
Benim gönlüm şimdi, bir Leylâ buldu.
Yürü Leylâ ki ben Mevlâ’yı buldum.
Derviş Yunus bu sırlardan açılmaz,
Hakk’ın lütfun görüp gayre saçılmaz,
İnayet-i Hakk olan yerden kaçılmaz.
Leylâ Leylâ derken, Mevlâ’yı buldum.” (Yunus Emre)
Murat Altun —◄◄