
Vergi Dairesi’nin Katkı Payı (Toeslag) meselesindeki hatalarının raporu yayınlandıktan sonra sembolik olarak hükûmetin, seçimlere çok az kala istifa ettiğini hatırlarsınız. Raporun sonuçlarını okuduğumda, doğrudan, bilinçli olarak yabancıların hedef alındığını satır aralarını okuyup, mağdurların da genelinin yabancılar olduğunu gördüğünüz zaman algılayabiliyordunuz. Bunu bile itiraf edemediler, üstü kapalı ima ettiler. Gel zaman git zaman, konu en son Youtube’da Boos kanalı olan Tim Hofman’ın ilanına kadar dayandı. Ne dedi Tim? ‘Korkmayın, Vergi Dairesi’de kim karıştıysa bu işlere, ismini verin bize.’ Sonra ne oldu? Hiç bir şey.
Bu ayki sayımızda sevgili Ethem Emre ile Sevgili Zeynel’in yaptığı röportajı okuyun. Sevgili yazarımız Ethem bey çırpınıyor, ‘hem bugünü hem de geleceğimizi kurtaralım’ diyor çünkü, bilinçli olarak yabancılar cezalandırıldı, diyor. Böyle de kalmadı, herkesin yaptıkları yanlarına kar kaldı, kar kalmasın diyor.
Aynı durum ben kendimi bildim bileli Polis Teşkilatı için de geçerli. Amerika’da ne oluyorsa neredeyse aynısı burada da oluyor. Çürük elmalar, bitmiyor, bitmeyecek. Şu an VU’de asistan profesör olarak çalışan Sinan Çankaya yıllarca önce rapor yayınlamıştı. Ne tür bir etki doğurdu? Hâlâ bu konuyu konuştuğumuza göre ve hatta bir kaç hafta önce NPO’da yine bir program yayınlandığına göre, sorunu başka bir yerde aramamız gerekiyor.
Her toplumun kafatasçıları oldu, var ve var olmaya da devam edecek. Polis’te ise polisliğini, Vergi Dairesi’nde ise müfettişliğini, okulda ise öğretmenliğini, restoranda ise müşteri seçerek pozisyonunu istismar edecektir bu tipler. Peki bununla mücadele nasıl olacak? Aslında Sevgili Ethem’in yapmaya çalıştığı da bu: “Vasat olmaktan çıkın, organize olun, sesinizi yükseltin, var olduğunuzu ispatlayın ve hesap soralım demek istiyor. ‘Süklüm-püklüm, ik niet weten, dönemi kapandı, konuşun be birader” diyor. Daha ne desin!
Camiler ve Çocuklar
Bu köşede sık sık, kendi çocukluğumdan da anekdotlar anlatarak, çocuklara camilerin sevdirilmesi, onların camiden soğutulmamaları gerektiğini defalarca ifade ettik. Bundan bir kaç hafta önce, eşimle, İstanbul Fatih’teki, çok sevdiğim camilerden olan Yavuz Selim Camii’ne gittik. Hafta sonu ve ikindiye yakın bir vakitti. Camiye girip hem mescit namazı kılalım, hem de soluklanalım diye düşündük. İçeri girdiğimizde, kimileri namaz kılarken, aşırı derecede gürültü olduğunu fark ettim. Bildiğiniz çocuk gürültüsü. Hatta bazı çocuklar parende bile atıyordu. Sonra 7-8 çocuk daha geldi ve aralarında 2 takım oluşturup bayrak yarışı yapmaya karar verdiler. Başka bir grup ise minberin en tepesine çıkıp oralarda takılıyorlardı. Hatta minber o kadar dikti ki, düşecekler diye endişe etmedim değil.
Ruh hâlimi nasıl atayım? Çocukların camiye gelmesi, oradan uzaklaşmaması, çok değerli. Ama bunun ölçüsüzlüğü de bu mu olmalı? Çatık kaşlı dedelerin camiden kovalamaları ne kadar kötü bir şey ise, yüksek sesle, kuralsız, at koşturmak, takla atmak, yarışmak? Yani demem o ki, kural da olsun. Camii de sessiz olmak gerekmez mi? Konuşulmayacak mı? Tabii, ama ders yapılır, hoca ile saklambaç oynanır. Ama belli bir üslup içerisinde olması gerekmez mi? Velhasıl kelam, eşime dedim ki: ‘Kalkalım, biz burada oturup, huzur içinde Yavuz Selim’i bugün izleyemeyeceğiz. Eğer birazdan çocuğun biri minberden düşerse, vay hâlimize.’
Galata Port
Vapurla boğazdan geçerken Galata Port’a da uğrama planı yapmıştık. Otelden çıkıp, Galata Köprüsü’nden Karaköy’e geldiğimizde, güneşin batmasına az bir zaman kalmıştı. Modern bir kaç mağazayı gördükten sonra, yabancı genç bir bayanın yanına denk düşüp soluklanalım dedik. Eşim, yanımızdaki bayanın elinde Arapça bazı yazılar olduğunu ve durmadan bu kağıtları açıp kapattığını fark etti.
Sonra kendisi ile sohbete başladık: Genç bayan, Uluslararası İlişkiler okuyan Alman’mış ve öğrenci değişim programları çerçevesinde, Lübnan’da 2 yıl kalmış. ‘Yaşadığınız ülkenin dilini öğrenmeniz lazım’ diye düşünerek Arapça öğrenmeye karar vermiş.
Biraz Lübnan’dan, ekonomik krizden konuştuk. Peki neden İstanbul’da şimdi? Lübnan’dan İstanbul’a uçakla gelmiş ve bu gece Esenler otogarından Almanya’ya otobüsünün kalkacağını söyledi. Neden, diye sorduğumuzda, CO2 dedi. Bir anda utandık. Utandık çünkü bizim gündemimizde CO2 yok. Evet evde, çöpleri ayırıyoruz. Ev halkına, ‘lütfen, çok gerekli olmadıkça, online bir şeyler ısmarlamayalım, sırf denemek için 4-5 elbise ısmarlayıp, beğenmediklerimizi geri göndeririz diye düşünmeyelim’ diyorum ama, otobüsle 3-4 gün? İçimden sadece ‘knap’ diyebildim. Ama ‘aferin sana’ deme kabalığını da yapmak istemedim.
Yanımızdaki baklavadan ikram edip, bir yardıma ihtiyacı olup olmadığını da sorduktan sonra, neşeli bir şekilde ayrılıp en yakındaki camiye akşam namazını kılmaya Nusretiye, Tophane camiine gittik. Namazı kılıp, yavaş yavaş otele doğru giderken, Kılıç Ali Camii ile karşılaştık bir anda. İstanbul’u bu yüzden çok seviyorum. Bir anda karşımıza bir Mimar Sinan eseri daha çıktı ve orada da mescid namazımızı kılıp fotoğrafları çektik. Hatta aşağıdaki fotoğrafı da görmek beni mutlu etti.
Bakalım İstanbul daha ne güzellikleri gizliyor bizim için?
(Fotoğraf: Ergün Madak) —◄◄…