
İslam’ın diriltici nefesinin bizlere ulaşması için bir ömür bütün varlığıyla mücadele etmiş, fikirleriyle ve en önemlisi hayatıyla örnek ve önder olmuş Üstat Sezai Karakoç Âlem-i Cemâl’e sırlandı. Biz ondan bütün kalbimizle razıyız, Allah’ta razı olsun. Cenab-ı Hakk onu kendi katında en güzeliyle rızıklandırsın. Amin
Gençlik zamanlarımızda memleketin minibüsçüleri ve kamyoncuları araçlarına yazılar yazdırırlardı. Araçları afilli gözüksün değildi tek dertleri elbet. İçlerindeki özlemi, isyanı ve düşünceyi belli etmek, kamuya deklere etmekti dertleri. Zira dert söyletir. Bu yazılar hakkında çokça söz edildi ve araştırma yapıldı. Çoğu zaman ise bu yazılar ve sahiplerinin mensup olduğu kültür ortamının düşüklüğünden söz edildi. O yazılardan bir tanesi ise şöyleydi; “Huzur İslam’dadır”. Bu yazıyı araçlar üzerinde değil sadece, daha sonra meydanlarda pankartlarda, okul çantalarının üzerinde görmeye başladık. Sonra, sonrası uzun bir konu…
“Huzur İslam’dadır.’’ sözüne itiraz edecek kimse yoktur. Elbet öyledir denilecek ve kuvvetli bir kanaatle teyit edilecek bir söz olarak görülebilir. Fakat neden Müslümanlar huzursuz? Şöyle bir ayırım yapalım ki, yanlış anlamaya sebep olmayalım. (Bu aralar herkes yanlış anlamak için yer arıyor). Bu sözde üzerinde duracağımız kavram, ‘huzur’ kavramı olacak. Kavramlar insan gibi canlıdırlar. Zaman içinde gelişim ve kaçınılmaz olarak değişime uğrarlar. Bunu takip kabiliyetini kaybedince toplumlar, kavramlarını dolayısıyla gerçekle irtibatlarını kaybetmeye başlarlar. Huzur kelimesi ise zaman içinde anlamı daraltılmış kavramlarımızdan bir tanesi. Huzur ne demek? “Huzur, “bir yerde hazır olmak, birinin veya bir şeyin yanında, yakınında bulunmak” demek aslında. Mukaddes ve mübarek varlıkların isimlerinin yanında, hürmet ifadesi olarak kullandığımız “hazret” kelimesi de aynı kökten türetilmiş. Birisini “hazret” unvanıyla anıyorsak, bir yandan onun, huzurunda bulunmakla bize şeref bahşettiğini anlatmış, bir yandan da sanki hakikaten o varlığın önündeymiş gibi hürmetkâr davrandığımızı ifade etmiş oluruz. Barış, sulh anlamında kullanılan “hazar” ile medenî mânâsında ki “hadarî” kelimesi de “huzur”la aynı kökten türemiştir.
Şunu anlatmak istiyoruz: “Huzur” kelimesinin bugün söylendiğinde akla ilk gelen “gönül rahatlığı, kalp itminânı” mânâsı lügatlarda mevcut değildir. Sonradan kazanılmış bir anlam olmakla birlikte aynı zamanda bir tasavvuf terimidir. Başka bir deyişle “gönül rahatlığı” mânâsına “huzur”, tasavvufun dilimize hediye ettiği bir kavramdır. Tasavvufta huzur, sûfînin Hak ile hâzır olması, O’nun katında bulunması “hâl”idir. Zikrin kalbi istilâ etmesiyle husûle gelir, derler. İnsanın ruhlar âleminde, Elest Meclisi’nde “nur dağını yayladığı” zamandaki sürûr ve sükûnuna benzetilir.’’
Buradan öğrendiğimize göre huzur kelimesinin bilindik anlamıyla bir alakası yokmuş. Alakayı biz kurmuşuz zaman içinde. Huzur, hazır olmak demektir. Uyanıklık, ferdiyetinin farkına varmak demektir. ‘İhsan’ halini yaşamanın şimdi, burada ki durumudur. Fakat, geçmişte değil gelecekte de değil burada/şimdi olmaktır. Bu ise sadece dikey bir hareketi ifade etmez, aynı zamanda yatay hareketi de belirler. ‘Ben bir zaman içindeyim’, ben bir mekanda yaşıyorum’, ‘ben bir insanla muhatabım/ ben bir ferdim’ diyerek nostaljiyi, yarın planlamasını ve burada yaşayan insanı/beni ıskalamamak demektir. Huzur anın, mekânın ve muhatabın hakkını vermektir. Tabi yüksek bir bilinç halini gerektiriyor bu eda. Pratik hayatımızda ise bunun tersi kabulleri rahatlıkla görebiliriz. Mesela, burada ve anı yaşarken tarihe atıf yapıyoruz veya gelecekte ki günlere havale ediyoruz işlerimizi. Bir mekânda, bir evde otururken başka bir evin planını yapabiliyoruz. Ya da ‘bu işin muhatabı, bu teklifin muhatabı benim dolayısıyla mükellefim’ yerine, adeta ferdiyeti presleyen bir edayla başkalarını işaretleyebiliyoruz. Elimizden çıkan işlerin varlığa gelmesi zaman ve mekân ile kayıtlı olması ile mümkün. Bizim açımızdan gerçekliğin, makul, anlaşılabilir olmasının ve paylaşılabilir olmasının imkânı bu şekilde ortaya çıkıyor. Bunun tersi olduğunda hayatımızda sadece bir alan silinmiyor, Allah’la, insanla, hayatla irtibatımız huzurda olma halimiz bizden uzaklaşıyor.
Yukarıda Müslümanların neden huzursuz olduğunu sormuştum. Bunun cevabını verebilmek için galiba huzur/hazır kavramının doğru anlaşılması gerekiyor. Huzursuzuz çünkü, burada değiliz. Sadece toplum olarak parçalara ayrılmadık, aynı zamanda zihin olarak parçalara ayrıldık. Düşünün ezan okunduğunda her Müslüman bilir ki, bu huzura bir çağrıdır. Parçalara ayrılan ben, bunu nasıl yapabilirim? Bedenim davete icabet ediyor, aklım bir yerde, gönlüm bir yerde vs. Bu parçaların arasında ise zamanla kalın bir gaflet tabakası oluşuyor. Gaflet yani huzurdan, bilinçten uzak olma hali. Yaşamı fark etmemek demektir. Sonrasındaysa çokça duyduğumuz ve bu aralar herkesin şikâyet ettiği ‘maneviyat eksikliği’ ortaya çıkıyor.
‘Huzur İslam’dadır’ sözü artık nostalji oldu. ‘İslam gelecek dertler bitecek’ sloganı gibi. Gülümsüyoruz bu sözleri duyunca, zira hatıralar canlanıyor. Hatıraların zihnimizde canlandığı anda bulunduğumuz o yer çok önemli. Dönüp kendimize bakma imkânımız varsa bir bakalım. Kendimizden bir şey kaldı mı diye. Gelecek olan ve dertlerimizi bitirecek olan İslam’sa ve bunu gerçekleştirmeğe hazırsak, bize geldiğinde evde olmamız gerekir. Burada ve şimdi ama ya evde yoksan…
Behçet Ali ŞEKER