
Yaş kemale ermeye yaklaşırken arada sırada bu soru zihnimde canlanır. Bazı insanlar nereye defnedileceğini çok önemser. Eğer ömrünü bizim gibi farklı farklı mekânlarda geçirdiyse, nereye defnedileceksin?
Doğup büyüdüğü şehre mi, atalarının köyüne mi, yoksa şu anki yaşadığın Müslüman olmayan köyüne mi? Aynı soru aslında benim rahmetli babam için de gündeme gelmişti. Yani Ankara’da vefat etti ama defni için bir vasiyeti yoktu. Ya Ankara ya da doğup büyüdüğü köy. Tercihi anneme bıraktı ve o da tercihini Ankara’dan yana kullanmıştı.
Geçenlerde bir yakınımız daha vefat etmiş ve babamın yakınına defnedilmişti. Eşinin ve çocuklarının neredeyse her gün gittiklerini söylüyordu annem. Şimdi belki ayda 1 kez, ileride ise daha da azalacaktır bu ziyaretler.
Acı, kabuk bağladıkça ziyaret isteği de bir o kadar azalacaktır. Kendi adıma kabir ziyaretlerini, o kabirlerde yatanlar açısından hiç anlamlı bulamadım. Sadece biz diriler için bir anlamı var. Belki o yüzden olsa gerek, yıllık olarak bu ziyareti belirlemek için Ramazan ve Kurban Bayramları’nda köylerde namazdan sonra ilk ziyaret edilen yer kabristan. Bana sorarsanız çok güzel bir âdet.
Tekrar baştaki soruya dönelim: Babamı 2002 yılında kalp krizi sonucunda kimseyle vedalaşamadan, bir hastanenin acil servisinde tek başına kaybetmiştik. Ta ki hastaneden, cebindeki bilgilerden bize ulaşana kadar, hiç bir şeyden haberimiz yoktu.
Şimdi her Ankara’ya gittiğimizde kabrini ziyaret ediyoruz. İlk zaman ziyaret ettiğimizde gözlerimden özlem dolu yaşlar akarken, araya yılların getirdiği duygu eksilmesiyle, ziyaretlerin aslında bir özlemden ziyade zorunluluk hâline geldiğini hissediyorum. Zaten bu yıl babamın vefatının üzerinden 20 yıl geçmiş olacak. Ben 32 yaşındaki ben değilim, yaşım ise babamın vefatına 3 sene kalmış. Yani yıllar, tozu dumana katarak dört nala geçti. 950 yıl yaşayan Hz. Nuh’a, “dünya hayatını nasıl bulduğunu?” sorduklarında, ‘bir hanın kapısından girip öbür kapısından çıkmak gibi’ diye tasvir etmiş. Ve bize onun hayatının belki %7-8 dilimlik kısmını nasib ediyor Rabbimiz.
Zihnimde şu ana kadar çocuklarıma sorma fırsatı bulamadığım sadece şu soru var: “Siz beni nerede ziyaret etmek istersiniz? Sizin için neresi kolay olacaksa beni oraya defnedin”. Çünkü arz, her şeyden en çok sevdiğim O’nun arzı. (Bakara 115) “Doğu da Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir.”
Selefîliği anlamak
Kendi adımıza ufak tefek çalışmalar yapıyoruz. Bazen kendilerini “Selefî” olarak niteleyenler, örneğin Kur’an’daki bir ayetin tefsiri ile ilgili olarak ‘bu yanlış, şu yanlış’ gibi cep telefonu kalemşorlüğüne soyunuyorlar. Hâlbuki bilmiyorlar ki, bir ayetin tefsiri ile ilgili olarak 20 tane farklı görüş çıkabilir. Bu, domuz eti helaldir (nass) demedikleri müddetçe yüzlerce yıldır âlimlerin yapageldikleri bir yorumdur.
Açıkçası Selefîlik kavramına bile bu çerçeveden itiraz ediyorum. İlahîyat dünyasında âlimler, ilk dönem Müslümanları ve onların görüşlerini tasvir için ‘selef’ tabirini kullanırlar. Bu tabir oldukça yerinde kullanılıyor. Oysa, kendi İslami düşüncesini tarif için ‘selef’ tabirini kullanmak ne terminolojik ne de metodolojik olarak bir yere oturmuyor. İslam’ı, sadece Hz peygamberimiz ve Raşit Halifeler, sahabiler gibi algılamak düşüncesi, tarihte yaşananlara bakıldığında, yaşananlarla örtüşmediğini görecekseniz.
Şimdi size selef kafa yapısının ne tür tartışmalar yaşattığına bakın bir örnek verelim:
Hz. Ömer, Sasani İmparatorluğu’nu (İran, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır) fethediyor. Bunun öncesinde, Bedir gibi savaş meydanlarında elde edilenlerini bölüşen sahabiler, Sasani topraklarının kendi aralarında bölüşüleceğini düşündüler, çünkü Rasulullah böyle yapmıştı. Bilal Habeşi de bu isimlerden biri. Düşünebiliyor musunuz, örneğin 10.000 kişiye, bugün 7-8 ülkenin topraklarını bölüştüreceksiniz. Üstelik o topraklarda da yüzbinlerce yerli halk yaşayacak?
Hz. Ömer, böyle devasa bir imparatorluğu fethedince, açıkçası, belki bugünkü seleflerin küfr ile itham edecekleri bir yol buluyor. İtiraz edenleri ikna etmek için Ensar’dan oluşan hakem heyeti kurmak zorunda kalıyor. Ve sonuçta kimseye bu toprakları vermiyor. Topraklar devletin olacak ve o toprakların eski sahipleri devlete toprağı işledikleri müddetçe ücret ödeyecekler. Bu da devlete gelir olacak. Kim selef, kim yenilikçi diye sormazlar mı adama?
Demem o ki, bu bir kafa yapısı.
Okudukça, öğrendikçe ve yaşlandıkça gün gelecek ve ‘haaaaaaaa’ diyecekler ama oraya gelene kadar bir sürü kalemşörluk yapacaklar. Ondan sonra yerlerine hep yenileri gelecek, her defasında alfabeye yeniden başlayacaklar ve kendi okuduklarını sadece kendilerinin keşfettiklerini düşünecekler.
Bir başka örnek: Yüzyıllardır Müslüman
Müslümanın canına kast ediyor. Bakın son dönemde, Yemen, Suudi Arabistan içten içe çatışıyorlar. Husiler, Şiiler, İHA ile saldırılar derken bir türlü sükunet gelmiyor. Aslında çok basit bir tesbitte bulunmak gerekiyor:
“Müslümanın Müslümana kanı helal değil” E o zaman karşımızdakini tekfir edelim, yani Müslüman değil diyelim ki onu öldürmek için bir gerekçemiz olsun, dediler her zaman.
–Hadiste iki noktanın altı net bir şekilde çiziliyor: 1- Eğer kendisi Lailale illallah diyorsa canına kast edemezsiniz, 2- Eğer İslam ordusu bir yere gidiyorsa ve orada ezan okunup namaz kılınıyorsa yine bir şey yapamazsınız.
İnsan kendisine şu soruyu sormadan edemiyor: İslam medeniyeti bu filmi sürekli seyretmek zorunda mı kalacak? Biz bu düşmanlığı ne zaman defnedeceğiz?
Voice of Holland
Geçenlerde isimler konusunda hadis okurken, hadisin şerhinde, çocuklara “Muhammed” ismi konulması konusunda, Hz. Ömer, bazı babaların, Muhammed isimli çocuklara kızarken, çocuğun ismini bağırıp kızdıklarını duyduğundan, neredeyse Muhammed ismini yasaklamaya gidecekken, adı Muhammed olan birisi halifeyi uyarıyor ve şöyle diyor: ‘Bana bu ismi Rasulullah koydu!’ Bu nedenle yasaklamaktan vazgeçiyor.
Bu satırları yazarken Voice of Holland’da olan bitenlerle ilgili Hollanda çalkalanıyor. Başrollerde ise bir jüri üyesi olan Ali B. ile ilgili iki adet tecavüz suç duyurusu yapıldığını izledik (Youtube). Aksi ispatlanana kadar herkes suçsuzdur, doğru. Ama anlatılanlar mideyi bulandırdıkça bulandırıyor. Suçlanan Hollandalılar sadece hafif tacizle suçlanıyorlar. Ama Faslı olan zat hiç de mütevazi davranmamış.
Tüm bu tartışmaların içerisinde aklıma şu geldi gayr-i ihtiyari: İyi ki adını Muhammed koymamışlar. Peki Ali olması iyi mi? Tabii ki iyi değil. Fakat biz Ali ismini duyunca otomatik olarak Hz. Ali ile ilintilendirmeyiz. Ama Muhammed öyle mi? Her 5 Faslıdan 4’nün adı Muhammed olunca alamadım kendimi böyle düşünmekten ve Hz. Ömer gibi hissediyorum: Çocuğunuza kızıp, Muhammed!!! diye bağırıp ağzınıza geleni sayacaksanız, iyi ahlâklı yetiştirmek üzerinde hassas olmayacaksanız, Muhammed ismini koymadan önce kılı kırk yarmak gerekir, derim. Yoksa ben, (onun da adı sonradan kötüye çıkmadığı müddetçe) Liverpool’lu Muhammed Salah’dan çooook mutlu oluyorum her gol attığında.
Ergün Madak —◄◄