Her duygunun, her acının ya da her mutluluğun bir tınısı vardır yüreğimde…Bazen bir sözün anlatamadığını bir ses anlatır.

Mesela şu satırları yazarken bile her cümleye ışığını veren bir nota var içimde..

İçinde tırmanışların, düşmelerin, yere çakılmanın, özgürleşmenin, nefes almanın, sonsuzluğun, kanatlanmanın, gökyüzünün hudutlarının, ayrılıkların, sevmelerin, başarıların, kayıpların, ağlamaların, ağlayamamaların, gülmelerin, çaresizliğin ama “Ya Allah” deyip cesaretlenmenin, yenilgiye asla teslim olmamanın ama ne olursa olsun hep Allah’a teslim olmanın, yediğin ayazın, yüreği güzel insanların, ciğer yangınının, yansa da yürek hep gülmenin, vefanın, umudun ve birileri “bitti, artık son” dese de hep inanmanın..

Duygularını tarif etmeye yetmeyince kelimeler; sessiz kalmanın.. Tam anlatacak gibi olup konuşmaya susamanın ve sonra sözlerin bile çaresiz kalınca susmanın ama sadece susmanın…

Velhasıl;  inişlerin ve çıkışların olduğu birçok notalar..

Hayat gibi.. Ve hatta tıpkı bir kalbin atışı gibi..

Her duygunun kendine has bir titreşimi, bir makamı yani bir yürek tınısı vardır…

Ne kadar derin yaşarsan duygularını, yüzeye çıkması için derinliği kadar mesafe kat etmesi gerekir..

Bu yazımda yüreğimdeki duyguların sesine eşlik eden bir kabak kemanı ustasının elinden ‘Tükeneceğiz’ adlı bir eseri oldu.. Bu tınının söz kısmı ise daha henüz yazılmadı..

Günümüzde insanların birçoğu çok fazla kaygı, korku ve kendine ait olmayan düşünceleri taşımaktan yorgun düşüyor. Birçoğu rahat yaşam, ağrısız baş ve sakin bir hayatın peşinde olsa da, hayat iniş ve çıkışlarıyla vardır.

Eğer hayatında iniş ve çıkışlar varsa hayattasındır demektir.

Bir kalbin atış çizgisine baktığımızda bu çizgi çıkar ve iner. Bazen yükseğe çıkar sonra derine iner, sonra tekrar çıkar ve böyle devam eder. Böyle bir çizgi yaşam belirtisiyken, o çizginin olduğu yerde durması yani tek bir yatay düz çizgi olması kalbin durduğu anlamına gelir.

Dolayısıyla bir insanın olduğu yerde kalması ve tekdüze bir yaşam sürdürmesi kalbin yaradılışına ters bir durumdur diyebiliriz. Acısıyla tatlısıyla ne yaşarsak yaşayalım bir kalbe bu sistemi bahşeden Allah; o kalbin vesilesiyle bir yaşama şansı sunuyorsa bize, düşmekte kalkmakta fıtrattandır..

Bundan önceki yazımda varmaktan da öte yolda olmak gerektiğinden bahsetmiştim.

Çünkü Allah “Başardın mı kulum?” diye sormayacak, “Gayret ettin mi?”, “Mücadele ettin mi?”, “Sen bu ömrün neresindesin?”, “Hangi taraftasın?” diye soracak..

Bir karınca misali taşıdığı su damlası o yüce peygamberin ateşini söndürmeyecekti ki.. Bunu o karınca da biliyordu.. Ne yapsa eksik kalacaktı zaten.. Ne yapsa yetmeyecekti Allah’ın nimetlerine şükredebilmek için. Mizanda tartılacak deliliğini sunacaktı belki de Rabbine.. O ateşi söndürmek için kendini içine atması gerekse de.. Yine de gidecekti işte.. Bu yolda “Sen kimsin ki?”, “Ne kadar edersin?” diyenlere aldırmadan.. Cüsse hesabı yapmadan.. Kendini feda edişini sunacaktı Rabbisine.. O en sevgilinin huzuruna vardığında simsiyah kavrulmuş teniyle “Yandım işte ya Rabbi, aşkına yandım da geldim” diyecekti..

Yüreği İbrahim olana ateş ne yapabilirdi ki? Allah isterse engelleyecek kimse yok, istemezse verebilecek kimse yok..

Her gün olduğu gibi kainatı var eden Allah bütün unutmuşluğumuza “Artık yeter!” diyerek, anayurdumuzda meydan gelen depremlerle bu sefer bam telimize basa basa “Tek güç benim elimde!” dediği günlerden geçiyoruz. İnsanlığın önünde miraç gibi bir rahmet denizi, arkasında deniz gibi koca bir felaket.. “Allah’tan başka kime kaçabilir, kime sığınabilirsin?” dedirten o dehşeti de merhameti de içinde barındıran günler… Evin, araban, arsan, ailen, sevdiklerin, arkadaşların, ‘Benim’ dediğin ne varsa ve hatta bunlarla ilgili dertlerinin bile dakikalar içerisinde yok olduğu ve bize verilenin sadece emanetçisi olduğumuzun idrakine varmamız gereken günler. Varların yok olduğu ve yokların var olduğu imtihanlar.. Bir annenin ağlayarak “Evlatlarınızı çok sevin, onları çok öpün, ben artık öpemiyorum” demesi gibi.. Ya da saatlerce ölen kızının baş ucunda, onun ellerini bir an bırakmadan bekleyen o babanın acısı.. Hani demiştim ya “her duygunun kendine has bir sesi bir tınısı var” diye.. Bu acının sözü de sesi de yoktu gönlümde.. Yüreği delip geçecek koca bir sessizliğin tınısıydı.. Ve ardından rahatın var gücüyle iliklerime kadar battığı, bana uykuyu haram ettiği, paramparça olan ruhumu bir araya getirmeye çalışırken içimdeki sonsuz bir şefkatle bağrıma basmak istediğim küçük çocuğun fotoğraf karesi geçmişti elime.. Belki de 2/3 yaşlarında bir çocuk, enkaz yığınlarının üzerinde başını iki küçük avuçlarının arasına almış çaresizce ağlıyordu.. Henüz anne olmamıştım ama içimde “keşke” diyen anne yüreğinin sesi dinmiyordu.. “Keşke gücüm olsaydı da bütün çocukları sarsam, yalnızlık duygularını dindirsem ve onların anne özlemini gidersem…”. Acıları malzeme yapanları görünce daha da kanıyordu içim. Dünya üzerinde bir can ölürken, eşyanın derdine düşmek ve bu düşünceyi milleti bölmek için kullanmak hangi katılığın ve hangi çürümüşlüğün tınısı olabilirdi bilmiyorum. Ancak yüreğimde insanlığa inanan, dünyayı değiştirebilecek ve şehadeti ruhuna kazımış güzel yürekli devasa bir ordu vardı kendimle beraber büyüttüğüm.

Seslendik beraber Asım’ın nesline:

Ey çocuk yüreğini enkazın altında

Bırakıp da büyüyen çocuk;

Eminim.. kalbin tüm dünyayı saracak

kadar büyük bir afet meydanı..

Allah var, Allah yâr!

Sarılıp, hiçbir dünyalığa kurban etmeyecek

seni; özünde iman, gözünde feraset, ruhunda tarihin çiçeklerine boyanmış Müslüman evladı..

Say ki yüreklerimiz dağ diye bunca kar yağdı.

Ciğer yangınından bile rant elde etmek için bir felaket bekleyenleri de bulur elbet bir masumun âhı..

Bunca karı üzerimize yağdıran Rab, hiç şüphesiz vaadini tamamlayıp gönderecek üzerimize İnşirah’ı..

Andolsun, verilen nefese değip beraber bekleyeceğiz o aydınlık sabahı..

Bir taraftan tarifsiz acılar, diğer taraftan akıl almaz mucizeler var etti Mevlâ’m.. 11 gün açlığa ve susuzluğa rağmen hayatta kalıp kurtulan Aleyna’nın hastaneye alındıktan sonra cerrahi Prof. Dr.un: “Şimdiye kadar hiçbir şey yiyip içmeyen birinin böbrek fonksiyonlarının böyle korunmuş olması.. Bazı şeyleri tıbben izah edemiyoruz” demesi.. Dünya üzerinde düşmanlıkların arttığı ve kimsenin kimseye bir şeyi layık görmediği yere doğru gidilen bu çağda, bir depremle bütün dünyanın Türkiye için seferber olması, acılarımıza ortak olması, bütün dünyanın bambaşka bir ruhla, üzerimize oynanan oyunları alt üst edecek bir insanlıkla kenetlenmesi..  İşte biz bunlara ‘Allah’ın mucizesi’ diyoruz..

Manaya inecek olursak; Saniyeler önce deprem olacağını bilseydi o anne ve baba, evlatlarının kokusunu içlerine çeker, bağırlarına basar ve muhakkak sımsıkıca öyle bir sararlardı ki ama yetmedi ömürleri… Ansızın veda vaktinin geleceğini kimse bilemezdi. İşte hayat dediğin tam olarak bu değil mi? Bence insanlığımızın en büyük zafiyetlerinden biri de bu. Zamanı çok geniş yaşıyoruz. Sanki hepimizin bir yarını varmış gibi… 1 saniye sonrasının garantisi bile yokken, o garantisi olmayan 1 saniyeye bile ne çok şey sıkıştırıyoruz. Hükmedemediğimiz birçok şeyin arasında bence en kıymetli şey zamandır. Bir insanın bir insana verebileceği en kıymetli hediye, zaten kendi elinde kısıtlı olan ömür hazinesinden bir avuç zamandır.

Allah henüz sevdiklerimizin yaşamasına izin veriyorken, onları hakkıyla sevmeyi ve şükrünü eda etmeyi nasip etsin bizlere.

Büşra Kandemir —◄◄