Nasreddin Hoca’yla ilgili uzun zamandır araştırmalarda bulunan gazeteci, yazar Cem Sancar, “Nasreddin Hoca, takma sakalla, kötü eşeklerin üstüne çıkartılarak, üçüncü sınıf tiyatrocuların canlandıracağı birisi değildir.” dedi.
Fotoğraf: Ümit Aksoy/AA
Modern insanın içinde bulunduğu sıkıntıları ve bunu aşmak için gösterdiği çabayı “NasReddin” romanında ele alan Sancar, modern bir seyri sülük hikayesiyle edebiyatseverlerin karşısına çıktı.
AA muhabirine açıklamada bulunan yazar, eserde modern bir mizah yazarının hayatına odaklandığını belirterek, romanın baş kahramanı Nas’ın geçmişini sorgulamasını ve bunun sonucunda ortaya çıkan “manevi bunalımı” anlatmaya çalıştığını aktardı.
Cem Sancar, ana karakterin varoluş sıkıntısı içinde olduğunu kaydederek, “Bu varoluş sıkıntısı, ister seküler ister muhafazakar olsun, her insanda ortaya çıkabilecek bir durumdur. Kahramanımızın başına büyük bir aşk felaketi geliyor. Nas, bir aşk yanılgısı yaşıyor. Bunun ardından da uzun bir seyahate gitmeye karar veriyor ve şehri terk ediyor. Kısacası kahramanımız, bir yola çıkıyor. Benim için yol, çok önemli bir konu. Zira yola çıkmak, erginleşmek ve temyiz kuvvetine haiz olmak demek. Bizim geleneğimiz yani Anadolu irfanı, bu büyüme hikayesini seyr-ü sülük olarak adlandırıyor. Yolculuk tam olarak dışarda başlayan ama içe doğru dönen, kendi içinde devam eden ve kalpteki ışığın yakalanmasıyla nihayetlenen durumu anlatıyor.” diye konuştu.
“Türk modernleşmesi, geçmiş medeniyetimizle irtibatımızı koparmak istedi”
Kendi üzerine düşünen, entelektüel muhitlerin içinde yer alan ve toplumsal hayatın zirvelerinde yaşayan bireylerin hayatlarında belirli bir zorluk bulunduğuna dikkati çeken Sancar, şunları söyledi:
“Kahramanımızın adıyla başlayalım önce: Nas. Nas, insan demek. Peygamber Efendimiz, ‘Ey erkekler’ ya da ‘Ey kadınlar’ şeklinde değil ‘Ey insanlar’ diye konuşmuştur etrafındakilerle. İkinci olarak daha pratik bir durum var: Kahramanımızın tam adı Nasri. Fakat içinde yaşadığı çevre, onun adını beğenmez ve bizim geleneğimizde fazlasıyla kıymetli olan isimleri, kısaltarak kullanır. Çünkü onlar için eski isimler demodedir.”
Sancar, Nasreddin kelimesinin anlaşılmayanı açan, anlatan, yeniden üreten kişi anlamına geldiğini dile getirerek, “Sıfatı nasreddin olan geleneğimizdeki büyüklerin temel derdi, insan-ı kamil yani bilgeler medeniyetini anlatmak. Bu, aslında diğer büyük geleneklerde de böyledir, örneğin Taoizm’de olduğu gibi. Tao, yol demektir. Seyr-ü sülük de yolda olmaktır.” değerlendirmesinde bulundu.
Dünyanın son derece karmaşık bir yer olduğunu vurgulayan Sancar, şu bilgileri verdi:
“Türk modernleşmesi, geçmiş medeniyetimizle irtibatımızı koparmak istedi. Bizim için asıl karmaşa buradan doğuyor. Eğer biz Osmanlı ile başlamış bir modernliğin devamı olarak, doğal bir tecrübe yaşayabilseydik, böylesi bir karmaşa ortaya çıkmayacaktı. Başlayan Osmanlı modernleşmesini kestiğimiz ve dilimizi de değiştirdiğimiz için doğal olmayan bir durumu yaşamak zorunda kaldık. Ben 35 yaşına geldim ve dili yeniden keşfetmek zorunda kaldım. Hala eski Türkçeyi, Osmanlıcayı okuyamıyoruz. Bırakın okumayı, Türkçeye çevrilen metinleri bile sözlükle okuyoruz. Bu ayıp bize yeter…”
Romanının temelde Robinsonlar ve Cumalar ikiliği üzerine kurulduğunu kaydeden Sancar, Robinsonların, İngiliz yazar Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe” romanındaki karaktere göndermede bulunduğunu aktararak, “Robinsonlar, kendi topraklarından, kültür ve örflerinden, haklı ya da haksız olarak utanıyor, kendilerini Batılı olarak görmek istiyor. ‘İndiragandi’ romanımda bu tipleri ‘Beyaz Türkler’ adlandırdım. Bunu kesinlikle ırkçı bir söylem olarak kullanmadım. Çünkü ‘Beyaz Türkler’ diye bir vaka var gerçekten de. Halkın kendi aralarında kullandığı tabirler vardır, ‘hayırlı işler’, ‘bismillah diyelim’ gibi. Onlar, mesela bu ifadelerden yani kendi geleneğinden, Selçuklu-Osmanlı medeniyetinden utanıyor. Bu tipler için geçmişimizde kayda değer ve öğrenilecek hiçbir şey yoktur.” dedi.
Yazar Sancar, Cumhuriyet döneminde gerçek anlamda düşünür olarak Kemal Tahir ve Cemil Meriç’ten bahsedilebileceğinin altını çizdi.
Beyaz Türkler’in İngilizce konuşup, çeviriler üzerinden Batılı entelektüellere dönük yaşadığını dile getiren Sancar, şöyle devam etti:
“Dolayısıyla bu tipler aslında yerli değil. Dahası yerli olanlara da düşman. Bizler özgür düşünceli, modern çağ üzerine düşünen, yaşadığı zamanı fark eden ve ona göre yaşamaya çalışan yerliler yani Cumalarız. Robinsonlar, bizi kendileri için uşak yapmak istiyor, tıpkı Robinson Crusoe’un adada Cuma’yı köle olarak kullanmak istemesi gibi. Ama biz uşak olmadık ve olmayacağız da. Çünkü ben, Cumhuriyet’in çocuğu, Osmanlı’nın torunuyum. Cumalar, işte böyle düşünür ve yaşar.”
“Aydınlarımız, self-oryantalizm hali içindeler”
Cem Sancar, hayata sokaktan baktığını ve hakikatin de sokakta olduğuna inandığını sözlerine ekleyerek, şu ifadeleri kullandı:
“Romandaki kahraman ünlü bir mizah yazarı ama aslında sokağa doğru bakan bir karakter. Zira benim için asıl olan, her şeyi sokaktan okumaktır. Sokaktan, aydınlara baktığımda gördüğüm manzara şu: Aydınlarımız self-oryantalizm hali içinde. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı aydınlarımız, hangi etnik kimlikten gelirse gelsin, Batılı bir oryantalist gibi bakıyor kendi ülkelerine. Romanda da bu acı durumu anlatmak istedim. Bu durumun temel nedeni ise aşağılık kompleksidir. Büyük bir imparatorluk kurmuş bir neslin torunları olduğumuzu unutarak, Batı karşısında hep ezik bir konumda görüyoruz kendimizi. Onlar için asıl olan, sürekli Batı’nın peşinden koşmamız gerektiğidir. İşte bu, Robinsonların düşünme şeklidir. Oysa doğru olan, medeniyetimizden gelen kavramlarla ve tecrübelerle kendi bilgeliğimizi yeniden inşa etmektir. Başka bir kurtuluş imkanımız da yoktur ve aydınlarla ilgili temel meselem de tam olarak bu durumla ilgilidir.”
Nasreddin Hoca’nın Mahmud-i Hayrani’nin müridi olduğunun altını çizen Sancar, hocanın popüler kültür tarafından kasıtlı olarak yanlış aktarıldığını vurgulayarak, “Nasreddin Hoca, takma sakalla, kötü eşeklerin üstüne çıkartılarak, üçüncü sınıf tiyatrocuların canlandıracağı birisi değildir. Bu benim için çok önemli bir nokta ve romanda anlatmak istediğim asıl hususlardan birisi de bu.” değerlendirmesinde bulundu.
Kendisinin de Nasreddin Hoca gibi ironi yapmayı sevdiğine dikkati çeken yazar, şöyle devam etti:
“İroniyi açıktan değil, gizli bir şekilde vermeyi tercih ederim. Edebi bir zevki olan okuyucu ise bunları fark eder ve onun yüzünde ince bir tebessüm oluşur. Ama öte yandan Nasreddin Hoca sadece ironi yapmaz. O aynı zamanda bir tasavvuf büyüğüdür ve onun fıkraları tasavvufi nükteler içerir. Tasavvuftan korkmamalıyız çünkü tasavvuf olmadan, kendi rönesansımızın yaşandığı 13. yüzyılı anlamamız mümkün değildir. Çünkü burası, İslam irfanının kalbidir. Örneğin Hoca, eşeğe ters biner. Bunun anlamı, nefsin gittiği yere gitmemektir. Romanın alt başlığı, ‘Bana damdan düşeni getirin!’dir. Cumhuriyet kuşakları, damdan düşen bir nesildir ve Hoca bizi anlatmaktadır aslında. Nasreddin Hoca kendimizi anlamak için inanılmaz büyük ve kıymetli bir kaynak. Ben de kitabımda, Nasreddin Hoca’nın konuşulduğu ve yorumlandığı yolu değiştirmek istedim.”
“İnsan-ı kamilmedeniyetinde umut hiç bitmez”
Sancar, kendisi için çok önemli bir anlamı olan modern Türk edebiyatında bir yol aradığını dile getirerek, “İslam felsefesinin 25 yıldır öğrencisiyim. Buradaki önemli figürlerden birisi Feridüddin Attar’dır. Attar’ın önemi, anlatma biçiminden kaynaklanıyor. Ben, ‘Attar’ı bugün nasıl güncelleyebilirim?’ sorusunun peşindeyim. Romanımda düşle gerçeklik arasında gidip gelen bir dil var. Bunun temel nedeni, kendi medeniyetimizdir. Bizim medeniyetimiz, rüyayı çok önemser. Ama sadece gece değil gündüz görülen rüya da vardır. Bu açıdan Attar, Kaygusuz Abdal, Yunus Emre, İbnü’l-Arabi gibi isimlerin romanda geçmesi, bahsettiğim düşle gerçeklik arasındaki ve bizim medeniyetimize özgü ilişkinin bir sonucudur. Çünkü rüya benim için, gerçekliğin bir parçasıdır. Zira Peygamberimizin söylediği gibi; İnsanlar uykudadır, ölünce uyanır.” diye konuştu.
Diğer eserleri gibi NasReddin romanının da umutlu bittiğini çünkü insan-ı kamil medeniyetinde umudun hiç bitmeyeceğini aktaran Sancar, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Nas, kendisini bir miktar da olsa buldu. Tamamen bulmasına imkan yok. Çünkü insan sürekli olarak nefsiyle mücadele eder ve nefs hiçbir zaman ölmez. Öte yandan nefsde rahmani olarak adlandırılan birtakım iyi hasletler de vardır. Nas, bu yolculukta bir aşama kaydetti ve şehre döndü. Artık o, ne Robinsonlarla ne Beyaz Türklerle ne de entelektüel camianın tepeleriyle ilgili değil. Bu haldeyken İstanbul’un muammalı sokaklarına dalar ve sırtında bir olta kabı, onun içinde de bir roket atar vardır. Roket atar bize, kahramanımızın savaşçı kimliğinin devam ettiğini anlatıyor. Bu, bizim geleneğimizde olan gazi-dervişlik ruhudur. Gazi-dervişler hem derviştir hem de her an için düşmanla savaşmaya hazır bir gazidir. Bu anlamda Nas’ın bilgeliği sadece kendisiyle yüzleşmesi değil aynı zamanda bu dünyada celal tecellilerinin de olduğunu bilerek hareket etmesinde saklıdır.”
Sancar’ın tecrübi bilginin önemini, milli kültürün önemli figürlerinden Nasreddin Hoca’nın “Bana damdan düşeni getirin!” sözüne atıfla kaleme aldığı eser, Turkuaz Kitap’tan okuyucunun beğenisine sunuldu.