
“Hayatta bazı şeyler için yalnızca bir tek seçme hakkımız var!” (ES)
Yukarıdaki özdeyiş en çok da ‘bir yaratıcının varlığını kabul etme ve bütün kainatı onun eseri olarak görme’ ile ‘bir yaratıcının olduğuna inanmama ve kainatın bütün varlıklarını tesadüfün eseri olarak görme’ ikileminde kendini gösteriyor. Bu bir yol ayrımıdır; öyle bir yol ayrımı ki, hangisini seçersek yaşamımızı onun üzerine inşa etme zorunluluğuyla karşı karşıya kalırız. Ya ‘tasarım’ diyeceğiz ya da ‘tesadüf’. Ya Tevhid’le kurtuluş ya da küfürde yok oluş! Başka bir üçüncü seçeneği yoktur insanın.
Başlıktan da anlaşılacağı gibi, bu yazımız ‘tesadüf’e değil de ‘tasarım’a, yani canlı-cansız bütün kainatın ‘bir yaratıcının eseri’ olduğuna, buna inanmanın da insanları ebedî kurtuluşa ulaştıracağına olan inancımızı işlemektedir.
Tevhîd
Vahdet sözcüğünden (vhd kökünden) üretilen Tevhîd ‘bir kılma, birleştirme, bir sayma, Allah’ın birliğine inanma’ anlamına gelir. En somut karşılığını ‘Lâ ilâhe illâllah’ta (Allah’tan başka ilâh yoktur) bulur ki, bu yüzden bu söz ‘kelime-i tevhîd’ olarak bilinir.
Tevhîdin ne olduğunu en güzel açıklayan yine Rabb’in kitabının âyetleridir: Kur’an, Allah’ın tek olduğunu, denginin olmadığını (İhlas 112/64); yerlerde ve göklerde ne varsa hepsinin O’nun olduğunu (Bakara 2/255); göklerin ve yerin eşsiz, örneksiz yaratıcısı olduğunu, bir şeyin olmasını dilediğinde ona ‘Ol!’ dediğini, o şeyin hemen oluverdiğini (Bakara 2/17); her şeyi bildiğini (Hadid 57/3); her türlü eksiklikten uzak olduğunu, büyüklükte eşi olmadığını (Haşr 58/23); iradesine sınır bulunmadığını, her şeyi işittiğini ve gördüğünü (Şura 42/4, Neml 27/65); gaybın anahtarlarının O’nun yanında olduğunu, O’nun bilgisi dışında bir yaprağın bile düşmeyeceğini, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bildiğini (En’am 6/59, Neml 27/65); kullarının yaptıklarını eksiksiz gördüğünü (Bakara 2/110); ilmiyle her şeyi kuşattığını (Talak 65/12); mülkün gerçek sahibinin O olduğunu, mülkü dilediğine verip dilediğinden çekip aldığını, dilediğini yücelttiğini, dilediğini alçalttığını (âl-i İmran 3/26); her şeyin son sahibinin Allah olduğunu (Hicr 15/23); insanların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da, kalplerde olanı da bildiğini (Mülk 67/13, Tegâbün 64/4); kısacası, Tevhîd’in kapsamını belirleyen bütün öğeleri mükemmel bir dille ortaya koyar. Aslına bakılırsa Kur’an’ın bütün âyetleri, konusu ne olursa olsun, Tevhîd’e işaret eder.
Zihinsel melekeleri yerinde ve yetişkin her insan yol ayrımında ya Tevhîd’e sarılır ya da küfre savrulur; yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir üçüncü yol yoktur. Bu iki yol arasındaki sınır öyle çetin ve kolay aşılabilecek sınırdır ki, sahip olduğumuz (ya da olmadığımız) îman, ilim ve irade bu zorlu tercihte bize kılavuzluk eder. Yani, bilgisel birikim olmadan Tevhidî îman olmaz; tutuculuğu, dogmatizmi, körü körüne bağlanmayı Tevhidî îman ile karıştırmamak lazımdır.
‘Küfre savrulma’nın neler getirdiğini iyi bilmek, küfrün karşısındaki biricik seçeneğimiz Tevhîd’in bize nasıl bir kurtuluş müjdelediğini kavramak açısından da çok önemlidir.
Küfre teslim olmak: İnsana yapılacak en büyük kötülük
Tevhîd karşısında yer alan ‘küfr’ bir yaratıcıya inanmayan bütün düşünceleri, akımları kapsar. Allah’a ve onun son kitabına inanmamak, böylece Cenâb-ı Hakk’a ortak koşmak (şirk) küfrün aslî tanımıdır. (Dilimizde ‘sövüp sayma, kötü söz söyleme’ içeriğiyle ‘anlam daralması’na uğramıştır.) Küfrün dünyası bir tanedir; bu Dünya’dır. Doğarsın; bir gün, bir ay, bir yıl, 10 yıl, 50 yıl, 80 yıl, hadi diyelim bir 100 yıl yaşarsın sonra… Sonrası bir bitki gibi, bir kuş gibi, bir böcek gibi, bir gül gibi ölmektir. Ölürsün ve senin için her şey biter. Bu binbir acıyla, çileyle, sevinçle, korkuyla, bekleyişle, çalışmayla, koşturmacayla geçen ömür bir gün tükenir. Allah’a inanmayan, dünyası bir tane olan biri için yol buraya kadardır; ölünce her şey biter. Onun için bir kurtuluş söz konusu değildir. Yaşadığı zaman bu muazzam kainattaki yeri de okyanusta bir damla, büyük bir çölde tek bir kum tanesi gibidir. Öyle ömürler vardır ki, kişinin yaşayıp yaşamadığı anlaşılamadığı gibi, bazıları için ‘hiç yaşamasaydı daha iyiydi’ diyesiniz gelir. Yani, yalnızca ‘yaşamak’ insan için pek de matah bir şey değildir eğer bu hayatın bir devamı yoksa.
İnsana yapılacak en büyük kötülük onu ‘yalnızca’ milyonlarca biyolojik varlıktan biri olarak görmek ve bu şekilde sıradanlaştırmak, değersizleştirmek ve bu dünyaya hapsetmektir. İster tanrıtanımaz (ateist) ister yaratancı (deist) ister bilinmezci (agnostik) isterse geleneksel inançlı (ruhçu, doğacı, gizemci…) olsun, küfre dâhil olan bütün inançlar insanı yalnızca ‘canlılardan bir canlı’ olarak görür. Bu cenahtan öncüler insanı alçaltmak için ellerinden ne geliyorsa yaparlar. Metafiziğe, ölümden sonraya dair bir inançları olmadığından bir gelecek de vadedemezler.
Hz. Ali’nin (r.a.) inançsız birine söylediği şu söz bir ‘öbür dünyası olmayanlara’ verilmiş çok güzel bir karşılıktır: “Eğer bir yaradanımız yoksa (ki ben var olduğuna inanıyorum) ben ona inanmakla ve buna uygun ibadet etmekle hiçbir şey kaybetmiş olmam! Ama varsa, sen ne kaybettiğinin farkında mısın?”
Kur’an, insanlara bir korkutucu ve uyarıcı olarak geldiğini defalarca duyurur.
(“Tanrı varsa o korkutucu olamaz. Ne o öyle ‘yakmalar, ‘cezalandırmalar’… Sadece sevgi olmalıydı Tanrı’nın dili!” diyerek akıllarınca Tanrı ve kutsal kitap tasarlayanlar ‘insan’ denen varlığın fıtratı ile yaratılma gayesi hakkında bir şey bilmiyorlar. Örneklerden bir örnek: Hapis cezasıyla, trafik cezasıyla korkutma da, gör o zaman insanların arabalarıyla ortalığı nasıl cehenneme çevirdiklerini.) Bu yüzden de mesajını çok güzel bir biçimde özetler: “Dünyası bir tane olanlar öbür dünyadan bir şey beklemesin!” (Şimdi gel de ölen ateist yakını için “Işıklar içinde uyusun” diyen ateist arkadaşlar için üzülme. Bu arkadaşların evde, sokakta kullandığımız ışığı kastetmedikleri açık! Hani ölünce her şey biterdi, hani ilâhî bir ışık yoktu!)
Özetle: Bir ilâhî yaratıcıyı yaşamından çıkaran kişi aslında kendi yaşamını elden çıkarmıştır.
Tevhîd karşısında küfrün silahları
Çağlar boyunca küfr ile Tevhîd arasındaki amansız savaşım hiçbir dönemde kesintiye uğramamıştır. Bu son derece anlaşılabilir bir durumdur; birinin ‘yok’ dediğine diğeri ‘var’ diyor. Tevhîdî bakış, küfrün saldırıları karşısında bilinçli olmayı zorunlu kılar.
Bilim üzerinden inanca saldırmak
Günümüzde cihâd kalemle yapıldığından, küfr öncelikle ‘bilim’ üzerinden inanca saldırmaktadır. İnancın bilim ile çeliştiği düşüncesi küfrün en etkili silahıdır. Semâvî dinleri hedefleyen bu genel saldırı günümüzde İslamiyet üzerinden yürütüldüğü için biz de bu güzergâhtan konuyu işlemeye devam edelim: İslam ülkelerinin geri kalmışlığı, bazı gerici çevrelerin “Dünya düzdür, Ay’a çıkılmadı” gibi bilim dışı açıklamaları (Mantığa bak: Güneş ve Ay daire biçiminde, ama Dünya düz!); dini kavramada zorlanan yobaz kesimlerin şiddete başvurmaları, gerici uygulamaları devreye sokmaları (örneğin İran’dakine benzer başörtüsü mecburiyeti, Taliban’ın kadınlara eğitim yasağı getirmesi) ve en uç noktada, sözde ‘Müslüman’ olduklarını iddia eden IŞİD ve benzeri kelle koparıcı teröristlerin çağdaşlaşma adına ne varsa her şeyi red etmeleri (‘Allahuekber’ diyerek kelle koparan bu vahşiler kadar İslam’a ve Müslümanlara zarar veren çıkmadı.) İslam düşmanlarına alan oluşturmakta ve bunların “İslam’ın bilime, teknolojiye, modernizme kapalı olduğu” savsatasını illeri sürmelerine zemin hazırlamaktadır. (Bu savın gerçeği yansıtmadığını ileri süren, yani İslam’ın bilimle hiçbir çelişkisinin bulunmadığını ortaya koyan sayısız eserden bir tanesi olarak Dr. Maurice Bucaille’in “Çağdaş Bilimlerin Işığında Kutsal Kitapların İncelenmesi: Kur’an-ı Kerim, Tevrat, İncil ve Bilim” adlı muhteşem kitabını anmak çok yerinde olur.
Arapça, İbranice dâhil birçok dili mükemmel şekilde konuşan Bucaille, Kur’an’da çağdaş bilimin kabul edemeyeceği hiçbir konuya rastlamadığını açık yüreklilikle anlatır.) Konu ‘İslam ve bilim’ olunca bu noktada durmak ve insaflı olmak, bu da yoksa ahlâklı olmak herkesin boynunun borcudur. İslam ulemâsının bilim konusunda ne kadar hassas olduğunu, bizzat Kur’an-ı Kerim’de bilimin, bilginin nasıl teşvik edildiği, ‘beşikten mezara kadar okumanın emredildiği’ ciddi okumaları olan herkesin mâlumudur. (Bu konuda yalnızca İmam Gazalî’nin İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin giriş bölümünü okumak yeterlidir.) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9); “Yaratan Rabb’inin adıyla oku! ……..”, “İnsana bilmediğini bildiren, öğreten Rabb’in sonsuz kerem sahibidir.” (Alak 96/1-5); “Allah’tan en çok âlimler korkar!” (Fatır 35/28) bilimin, bilmenin önceliğini vurgulayan yüzlerce ayetten birkaçıdır.
Özcesi şudur ki, varlık âlemini Tanrı’yı devre dışı bırakarak açıklamaya çalışan küfr ile amansız bir mücadelesi vardır Tevhîd’in.
Doğayı tanrılaştırmak
Küfrün ikinci saldırısı ‘doğa’ üzerinden yapılır. Kainatın tesadüfle açıklanamayacak bütün güzellikleri doğaya atfedilir.
Bu konuda tanrıtanımazların işi çok kolaydır. Bütün türlerin dişisi ve erkeğiyle organik varlığı doğanın işidir.
‘Göz’ dediğimiz bu mükemmel organın teşkili, bu organdaki ışığa duyarlı milyarlarca sinir hücresi? “Doğanın mucizesi efendim!” Ya o koruma içine alınmış ‘beyin’ dediğimiz, inanılmaz kirecimsi organ? “Doğanın mucizesi azizim!”
Ya o sonsuz ağırlıklarıyla boşlukta salınan gök cisimleri? “Doğanın işi” dedik ya kardeşim!”
Bu ve benzeri milyarlarca unsur, olay? Bunların hepsi ‘doğanın işi’ yani hepsi tesadüfen, hepsi kendiliğinden. Sonsuz bir yaratma gücüne sahip aşkın bir varlığın tasarımına inanmayınca işin içinden ‘doğa’ deyip sıyrılmak kalıyor kimilerine.
Lâkin bilinmelidir ki
inanmayanlar ‘istedikleri için’ inanmıyor değiller, Allah (c.c.) onlara ‘îmanı nasip etmediği için’ inanmamaktadırlar”.
Küfrün ‘doğa’ tanımı öylesine geniş ve muğlaktır ki neresinden yakalayacağınızı bilemezsiniz.
Benedictus Spinoza’nın “Tanrı, ya da bir başka deyişle doğa!” sözü Batılı yüz milyonlarca insanın ortak düşüncesi olmuştur. Gezegenimizin dört bir tarafında ‘doğa’ya tanrılık atfetme düşüncesi egemendir. Müslümanın Allah’a atfettiği her şeyi doğaya atfetmek, bu çocukça kaçışı bir de milyarlarca yılla, yüz milyonlarca yılla cilalamak çok kurnazca bir kaçış olsa da, konuyu biraz deştiğinizde ‘doğa’ pek de sığınılacak bir liman değildir. Evrende sonsuz sayıdaki canlı-cansız varlığı bir kenara bırakalım, bunlardan bir tanesini (mesela ‘beyin’ adını verdiğimiz organımızı) bile ‘tesadüf’le açıklayamazlar. “Allah’tan en çok âlimler korkar” hadisi burada üzerinde önemle durulması gereken bir nasihattir.
Başka gezegenlerde hayat
Küfrün son yıllarda en çok öne çıkan ataklarından biri de ‘başka gezegenlerde hayat arayışı’dır. Sanki inanan insanlar ve kutsal kitaplar “Evrende bizim gezegenimizden başka bir yerde hayat yoktur” gibi bir sav ileri sürüyorlar! En azından Kur’an ve Müslümanlar böyle bir iddiada bulunmamaktalar. Ancak küfrün temsilcileri, neredeyse her gün, kutsadıkları bilimin gücünü göstermek için uzayın derinlikle-rinde bilmem kaç ışık yılı uzaklıktaki bir gezegende yaşam olasılığı olabileceğini Hubble’dan veya James Webb’den görüntülerle (özellikle de bilgisayarla yapılmış hayâlî çizimlerle ve resimlerle) gözlerimizin içine sokmaktadırlar. Bir kere, Müslümanlar bilimsel araştırmalara karşı çıkmazlar; uzayda yaşam olup olmadığını araştırmaya niye karşı çıksınlar ki? Ama bilimsel şarlatanlıklara inanmak zorunda da değildirler. Uzay boşluğunda bizim galaksimiz Samanyolu’na benzer milyarlarca galaksinin olduğu göz önüne getirildiğinde, buralardaki gezegenlerin, yıldızların uzay boşluğunda birbirlerine onlarca, yüzlerce, binlerce ışık yılı uzaklıkta olmaları tesadüfün eseri değil, Rabb’in muhteşem yaratıcı gücünün büyüklüğünü göstermesi açısından birer ibret vesilesidir. Henüz hiçbirinde bizim gezegenimizdeki gibi bir yaşam varlığı tesbit edilememiştir. Bu bile tek başına ‘eşref-i mahlukat’ betimlemesinin kanıtıdır. Ama bizim arayışlarımız devam etmelidir. Bir uzay aracı ile şimdi yola çıkıp, bizden onlarca, yüzlerce hatta binlerce ışık yılı uzaklıktaki (1 ışık yılı yaklaşık 9.5 trilyon kilometre) gök cisimlerine yıllar sonra güç bela ulaşsak (ki oralardaki hava bileşimi ayrı bir sorun) bile, dönüşe insanın ömrü yetmez. Ama bu konunun ısrarla gündemde tutulmasının amacı ‘bilinmezlere yelken açarak insan bilincini muğlaklaştırmak ve inancın önünü kesmek’tir. Burada yine Maurice Bucaille’ye, onun mükemmel eseri “Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an”a başvurmadan edemeyeceğiz: “Keşfim sırasında şunu kabul etmek zorunda kaldım ki, Kur’an modern çağda bilim açısından tenkide müsait hiçbir hükmü içine almıyordu.”
Eşcinsellik
Semâvî dinlerin kadın-erkek cinsiyet kavramı günümüzde tanrıtanımazlar tarafından red edilmektedir. Buna bağlı olarak topa tutulan kurumların başında ‘aile’ gelmektedir. Batı Avrupa’da ‘cinsiyetsizlik’ ve ‘çoklu cinsiyet’ tanımları demokrasi ve insan hakları ile ilişkilendirilerek eşcinsellik yüceltilmekte, teşvik edilmekte ve buna karşı çıkmak da suç olarak görülmektedir. Eşcinsellerin şiddet içermeyen beklentileri bir yana, ırkçıların ve faşistlerin Müslümanları bu cenahtan köşeye sıkıştırma hamleleri aralıklarla devam etmektedir. Müslümanlar ise ‘yetişkin ve özgür insanların’ kendi cinsel tercihlerine, aile konusundaki anlayışlarına karışmamakta, ama kendi inançları gereğince eşcinselliğin fıtrata aykırı olduğunu, aile kurumunun sağlıklı nesiller yetiştirmek ve insan neslinin devamı için korunması gerektiğini söylemeye devam etmektedirler.
Ne ekonomi ne özgürlük ne eşitlik ne paylaşım; küfürle Tevhid arasındaki kızıl çizgi eşcinselliktir. Çağımızda küfür Tevhid’i eşcinsellikle teslim almaya çalışmakta, Tevhid de küfre bu noktada direnmektedir. Önümüzdeki yıllarda küfürle Tevhid arasında esas çatışma bu alanda yaşanacaktır.
Musevilik, Yahudiler’in çıkarını esas alan yaklaşımıyla insanlık için evrensel bir ümit olmaktan zaten yüzyıllar önce çıkmıştır; Hristiyanlık kapitalizmin anaforunda yolunu şaşırmış, Katolik Kilisesi’nin eşcinsel evlilikleri onaylamasıyla tamamen teslim olmuş, dışarıya kapalı küçük tarikatlarla varlığını sürdürmeye çalışmakta, son ışığı da tükenmekte olan bir dindir. Cinsiyetsizciliğe, eşcinselliğe karşı duran, bu dayatmayı kabul etmeyen bir tek İslam dini kalmıştır ve önümüzdeki yıllarda eşcinsellik üzerinden Müslümanlara çok şiddetli bir şekilde saldırılacaktır. Müslümanlar ve herkes bilmelidir ki eşcinsellik ve cinsiyetsizlik üzerinden Müslümanlara saldıranlar eşcinseller, değişik türden LGBTİ+ bireyler değildir. Onlar zaten sapık düzenlerin kurbanlarıdırlar ve onlara yönelik saldırılara Müslümanlar asla müsamaha göstermezler. Müslümanlara saldıranlar küresel egemen güçlerdir.
Günümüzde eşcinsel ve feminist kadınların öncülüğünde “kadın haklarının eşcinsel haklarıyla birlikte öne çıkarılması ve aile’ye saldırı” da tanrıtanımazlarla Tevhid’e inananları karşı karşıya getirmektedir. Şurası bir gerçektir ki ‘kadın hakları’ Müslümanların öncelikli sorunlarındandır. İslam ülkelerinin hemen hepsinde çok ciddi hak ihlalleri söz konusudur ve kadının statüsü hâlâ hiçbir ülkede istenilen düzeye çıkarılamamıştır. Tevhîd’e sarılan bilinçli Müslümanlar bu durumun farkındadırlar; ancak onlar küfre sapanların yaptıkları gibi ‘kadınla erkeği birbirinin düşmanı gibi gösteren ve rakipler hâline getiren anlayış’la değil, birbirini bütünleyen, biri diğerine kutsal bağlarla bağlı iki kesim anlayışıyla hareket ederler.
Tüketim kültürü ve düşmanlık
Tevhîde inananların küfre sapanlarla anlaşmazlığa düştüğü bir diğer alan da ‘tüketim kültürü’dür. Kapitalizmin aşırı kâr hırsının gezegenimize nasıl bir fatura ödettiği ortadadır. Bununla rekabet edemeyen geri kalmış ülkelerde (ki İslam ülkeleri de bu öbektendir) çevre kirliliği ve sınıfsal çatışmalar daha üst boyutlardadır. Ama insanlara ve doğaya zarar verecek malzemelerin üretilmesi (örneğin savaş araçları) ve kapitalist üretim ilişkileri (örneğin faiz sistemi) inanan insanların kabul edebilecekleri davranışlar değildir. İsraf, stokçuluk, faiz, tıkınma, komşusu açken tok yatma İslam’ın benimsemediği davranışlardır. Küfrün bu alışkanlıklarına Tevhîd’le karşı koymaya çalışır Müslüman.
Karl Marx ‘yabancılaşma’yı ‘proletaryanın kendi emeğinin kölesi hâline gelmesi’ olarak tanımlıyordu. Onun düşmanı kapitaldi. Günümüzde buna, yani sınıfsal köleliğe bir de ‘kendi ürettiği teknolojinin kölesi hâline gelme’yi kattığımızda insana dayalı sistemlerin kölelikten başka bir şey vaad etmediği ortaya çıkıyor. Allah’tan uzaklaştıkça tüketim çılgınlığına ve hazcılığa yaklaşmak, bunun doğal sonucu olarak da sürekli rekabet, sürekli düşman üretmek ‘kapitalizme teslim olmuş çağımız insanı için’ kaçınılmaz bir son. Yalnızca Tevhîd’e sarılmak insanı bu tuzağa düşmekten kurtarır.
Amerikan Patent Enstitüsü başkanı Charles Ducll “Artık yeni bir şey yok. İcat edilebilecek her şey icat edildi.” dediğinde yıl 1899 idi. Adamcağız mezarından kafasını kaldırıp bizim neslimizin 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ne buluşlar gerçekleştirdiğini şöyle bir görebilseydi, o sözü söylediğine bin pişman olurdu. Kıssadan hisse şu ki, insanoğlu her dönemde buluşlar, keşifler yapıyor. Yani yeni ihtiyaçlar uyduruyor kendine. Ve her buluş, her keşif insanı biraz daha tutsak ediyor bu hayatta. En güzel örnek ellerimizdeki akıllı telefonlar; yeni modelini almak için çıldırıyor insanlar. Görsel-işitsel medyayı takip etmekten borsadaki alışlara-satışlara dâhil olmaya; oyunlar oynamaktan, filmler izlemekten mailler almaya-göndermeye kadar yüzlerce işimize yarayan bu aletlere ‘telefon’ demek çok yanlış. Bunlar telefon değil artık, ‘nanofon’! (Bu ad da bendenize ait.) İşte böyle: Bireyciliği pompalamak, sonra bu bireyi sonu gelmez ihtiyaçlarla kuşatmak (ki bunda en etkili araç medyadır) ve teslim almak küfrün saldırısıdır. Çare ise Tevhîd’e sığınmaktır.
Yaşam yolunda sınırları belirlemek
Doğduğu günden itibaren ‘ölümüne yürümek’ canlı varlıkların ortak özelliğidir. İnsan da doğduğu günden itibaren ölüme doğru yürür. Doğmak, dünyaya gelmek nasıl kendi elinde değilse insanın, yani burada nasıl bir üst iradeye tâbi ise, ölümü de kendi iradesinin dışında gelişir.
Ölümden sonra bir hesap sorulacağına inanmayan insanla, öldükten sonra kendisinden en küçük davranışının bile hesabının sorulacağına inanan iki ayrı insanın ömrünü aynı tatla, aynı hızla, aynı duyarlıkla geçirmeleri mümkün değildir
Küfrün insan tipi bu dünya için yaşar. Ona göre hiç kimse kendisinden hesap sormayacağı için canı nasıl istiyorsa, çıkarı neyi gerektiriyorsa o şekilde davranır. Bu öbekten öyle insanlar vardır ki, insanlara yardım etmede, doğayı ve canlı-cansız varlıkları korumada, çalışkanlıkta, ahlakî değerlere bağlılıkta ‘inanan insanların birçoğundan’ çok daha dürüsttürler, çok daha tutarlıdırlar ve birçok davranışları takdire şâyandır. Ama yine de bir sınırları vardır ve demokrasilerinin sınırlarını, iyiliklerinin sınırlarını, hoşgörülerinin sınırlarını ‘kendi çıkarları, kendi zevkleri, kendi istekleri’ belirler. Bu sınırlar onların kendi keyiflerine göre istedikleri zaman değiştirebilecekleri, istedikleri zaman esnetebilecekleri sınırlardır. İşte sorun da burada başlar. En özgürlükçü geçinenlerin yeri geldiğinde nasıl faşizan baskılar uyguladıklarını; sosyal devlette yoksulların korunması ve desteklenmesi gerektiğini savunanların, iki yoksul ülkeyi birbiriyle savaştırarak her ikisine de silah satan kendi ülkesinin yöneticilerine ses çıkarmadıklarını; bunalım dönemlerinde azınlıkları, Müslümanları, yoksulları nasıl da kolay ‘günah keçisi’ yaptıklarını çok sık görürsünüz. İnsana dayalı rejimlerin tamamında kuralları koyanlar insanlardır. Bunlar kuralları istedikleri zaman değiştirme hakkını da saklı tutarlar. Bu yüzden de insana dayalı sistemler insanoğluna ebedî bir mutluluk sunamaz. Tevhîd’e dayanmayan, Tevhîd’in dışında kalan her türlü mutluluk, zevk, özgürlük gelip geçicidir, pamuk ipliğine bağlıdır. Nasibinde Tevhîd olmayan kişi bir gün zevkten dört köşe ise, diğer gün ölümü isteyecek kadar bedbaht… Kafirlere yaptıkları işin süslü gösterildiği, onların gaflet içinde oldukları Kur’an’da (Nahl 63, En’am 122) açıkça belirtilmiştir.
İnanan insanlar, sınırları kendilerinin belirleyemeyeceklerini baştan kabul etmiş insanlardır. Mutlak iradeye tâbî olduklarının düşünen bu varlıkların işi oldukça zordur; zira her iş, her adım için hesap verecekleri korkusu altında tir tir titremektedirler. Bu dünyada ‘bir başka dünyayı da hesaba katarak uyum sağlamak’ o kadar kolay değildir, denge kurabilmek, başarıya ulaşmak için müthiş bir çaba harcamak gerekmektedir. Evrensel düzeyde Müslümanların, İslam ülkelerinin karşı karşıya kaldıkları toplumsal, ekonomik, kültürel sıkıntıların kaynağında bu gerçek yatmaktadır.
Ne varlığa sevinirim/Ne yokluğa yerinirim
Tevhîd’e sarılan kişi sevinci ve kederi aynı olgunlukla karşılar. Tevazu, kanaatkârlık ve samimiyet her işinde değişmez tavrıdır. Vermedikleri için Allah’a (c.c.) hamd u senalarda bulunanlar ‘yalnızca’ Tevhîd’e sığınanlardır. (Horasanlı bir Türk dervişi kendisiyle tartışmaya giren İranlı bir mollaya “Sizin hayat felsefeniz nedir?” diye sorar. Molla yanıt verir: “Bulursak yeriz, bulamazsak sabrederiz.” Türk dervişin yanıtı çok ustacadır: “Bu senin dediğini bizim Horasan’ın itleri de beceriyor. Biz bulursak sabrederiz, bulamazsak şükrederiz.”) Bir insanın Tevhîd’e ne kadar teslim olduğunun göstergesi sahip olmayı arzuladığı hâlde elde edemediği şeyler için Rabb’ine şükretmesidir.
İslam dini “mülkün gerçek sahibinin Allah (c.c.) olduğunu” kesin bir dille belirtmiştir. İnsan bir kiracı gibi, yalnızca kullanma hakkına sahiptir. Bu yüzdendir ki varlığa sevinmez Yunus, yokluktan da yerinmez. Her şeyin mutlak sahibine ulaşmaktan başka bir gayesi yoktur.
Küfrün ‘insana dayalı erk’ anlayışının karşısında ‘ilâhî erk’ yer alır; Allah’ındır (c.c.) bu erk. Kainatın yegâne sahibi olan Allah (azle ve celle) indirdiği kitabıyla tekâmülün tamamlandığını bildirmiştir.
Son ilâhî kitap olma iddiası, bu ‘asırlara meydan okuma’ Kur’an-ı Kerim’in onlarca mucizesinden biridir.
Yaşamın temel prensiplerinin açıklandığı bu kitap her şeyin yegane yaratıcısının Allah (c.c.) olduğunu, insanın ise ‘yaratılanların en şereflisi’ sıfatıyla, diğer bütün canlı varlıklardan üstün kılındığını ortaya koyar. İnsan türünü ‘eşref-i mahlukat’ yapmak diğer canlıları değersizleştirmek anlamı taşımaz; zira, kainat bir bütündür, Rabb’in yarattığı canlı-cansız bütün varlıklar değerlidir. Her şeyin gerçek sahibinin yüce Allah olduğunu bilen ve kadere inanan insan şikâyet etmez, şükreder.
Erol Sanburkan (Devam edecek) ◄