Geçtiğimiz asrın 80’li yıllarında ‘aşırı sağ’ marjinal bir politik parti idi. Jan Maat isimli bir şahsın önderliğinde. Sonraki yirmi senede bir-iki bazen üç milletvekili ile mecliste bulundu. Genel gidişata etkinliği hiç olmadı. Politik partileri ve meclisi ajite ediyordu. Hollanda toplumu, aydınları ve medyası ‘mahcup’ oluyordu. Nasıl olurdu da Hollanda gibi bir ülkede böyle bir parti olurdu? Hâkim tutum sadece yadsımak ve reddetmekle kalmıyordu. Onun ötesinde bu tip ideolojilere hiçbir şekilde imkân ve alan vermemek seklinde oluyordu. Hatta bu ideolojiyi savunan parti kapatılmalı idi. Jan Maat mecliste konuştuğunda diğer partiler dışarı çıkıyorlardı. Hollanda da ‘faşizme’ ve ‘aşırı sağa’ yer yoktu. Jan Maat öldü ve unutuldu. Çok geçmeden, aşırı sağın temsilcisi olarak Wilders sahneye çıktı.

Wilders daha deneyimli idi. Hem yerel mecliste ve hem de VVD’de aktif politik yapmıştı. Türkiye’nin AB’ye katılımı meselesinde VVD’den ayrıldı. İdeolojik olarak Jan Maat kadar keskindi ve sloganları aynı idi. Göçmen düşmanlığı, Hollanda kültürünün saflaştırılması, İslam’ı bir tehdit olarak görmesi, yabancı nefreti, Avrupa karşıtı gibi konular politik söyleminin temellerini oluşturuyordu. İslam’dan ve Müslümanlardan nefret ettiği çok belli idi. Ona göre Anayasanın birinci maddesini değiştirmek gerekiyordu. Genel görüşü, yerlilerle yabancıları eşit tutmak tam bir saçmalıktı. Böylece, ayrımcılık yapmanın önü açılmış olacaktı. İktidara geldiğinde camileri, İslam okullarını, Kuran’ı ve İslam’ın diğer sembollerini yasaklayacağına söz veriyordu. ‘Hollanda göçmenlere ve ilticacılara kesinlikle kapatılmalı’ diyordu. Müslümanlar için seçenek, ‘ya geldikleri ülkelere geri dönecekler ya da asimile olacaklar’.

Ona göre, kamu alanı, yabancı sembollerden ve pratiklerden tamamen saflaştırılacak.

Zaman geçti. 11 Eylül’ün etkileri yaygınlaştı. Müslüman gençler, toplumda yer edinemediklerinden, önce ‘günaha’ ve ‘sapkınlığa’ sonra da İslam’a yöneldiler. İslam’a yönelmeleri tepkisel olduğu için, ‘aşırılık’ ve ‘tehdit’ oldu. Kimisine bu da yetmedi ve ‘cihatçı’(!) oldular ve DEAŞ’e katıldılar.

Bu arada NCTV kuruldu, camiler, cemaatler ve dinî liderler takibe alındı. Bakanlıklar, belediyeler ve araştırma merkezleri İslami bir ‘güvenlik sorunu’ olarak değerlendirdiler. Bunu yaparken de Müslümanların içinden pek çok kişiyi devreye soktular. İslami kuruluşlar Müslümanların uyumunu engelleyen ‘paralel’ kuruluşlar veya ‘uzun kol’ oldular. Müslümanlar kendilerini ayrıştıran, toplumsal rahatsızlık üreten ve uyum sağlamak istemeyen kesim oldu. Bu yaygın algıda, İslam dini tüm bu gidişata gerekçe ve meşruiyet sağladı. Böylece İslam dini, Müslümanların Hollanda toplumuna uyumunu sabote eden bir faktör olarak konumlandı. Ayrımcılık arttı, İslamofobi yaygınlaştı, İslami kimlik yadsınan bir kimliğe dönüştü. Olağan dinî pratikler ‘aşırılık’/’radikallik’ olarak nitelendirildi. İslami kesim daha da geri çekildi, toplumsal ön yargılar tasdik edildi ve keskinleşti. Toplumda politik kutuplaşma kültürü hâkim oldu. Bu toplumsal hava aşırı sağ için verimli bir ortam oluşturdu. Hatta bazı İslami kesimler, özellikle dönme Müslümanlar, bu koşullarda dahi ‘davayı tebliğ yapmak’, ‘gül dağıtmak’ için sokağa çıktı. Toplumun hâkim algısında İslam ‘şiddet’ ve ‘hoş görgüsüzlük’ çağrıştırırken, bu Müslümanlar ‘İslam’a gelin’ dediler. Ateşe körükle gitmek gibi bir şey oldu.

 

Geçtiğimiz asrın seksenli yılları ile 21. asrın ilk yirmili yılları bu şekilde farklı idi. Kutuplaşmanın koşulları ideal biçimde oluşmuştu. Yerleşik kesimle İslami kesim tamamen ayrıştı. İkinci neslin Hollanda doğumlu olması, Hollandacayı ana dili olarak kullanması bu ‘uçurumu’ kapatmada hiç etkili olmadı. İkinci nesildeki görünür ‘dindarlaşmak’ toplumsal gerilime yeni yakıt oldu. Toplum sağa kaydı, İslami kesim geri çekildi. Politik-ideolojik aşırı sağın toplumsal kök salması kaçınılmazdı. Hollanda politikası gittikçe hem parça parça oldu ve hem de sağa kaydı. Merkez partiler (PvdA, CDA, D66, VVD) güçlerini yitirdi. Bu yetmemiş gibi, İslami kesim de bu partilerden uzaklaştılar. Bu partilerde aktif politika yapan Müslüman kökenli milletvekilleri ayrıldılar. İslami kesimle merkez politik partilerin bütün bağları kesildi. Mecliste İslami kesimle irtibatı olan, onların kırılganlıklarını, kolektif ihtiyaçlarını ve hassasiyetlerini dile getiren parti kalmadı. Veya bu kesimin temsil edilmesi ancak marjinal bir söylem oldu. Genelde ‘ajite’ eden ve ‘rahatsızlık’ veren bir söylem.

 

Wilders’in toplumsal desteğinin gittikçe arttığı belirginleşmeye başlamıştı. 80’li yıllarda aşırı sağ ideolojisi, marjinal olarak da olsa, temsil eden tek bir parti var iken, son 10 yılda bu sayı üçe veya dörde çıktı. Aşırı sağ kampta nüanslar ve farklı akımlar oluştu. Bu ‘zenginleşme’ aşırı sağ kampının taraftarını da büyüttü. Son seçimle aşırı sağın toplam payı yüzde 30’a yakın olarak ortaya çıktı. Geçtiğimiz seçimde Wilders’in partisi PVV 37 milletvekili ile birinci parti olarak çıktı. 11 Eylül’den sonra olan olayların hepsi de Wilders’in marjinal konumdan çıkmasına neden olduğunu görüyoruz. Son senelerde de seçim döneminde de gördük ki, PVV ve Wilders artık marjinal bir söylemi olan marjinal parti değil. PVV iktidara aday, Wilders başbakan olmaya. Nitekim kimse ‘şaşırtmadı’. Pek çok kişi ‘bekliyorduk’ dedi. Almanya’da olduğu gibi ne bir gösteriş ne bir protesto. Seçimden hemen sonra, sağda solda herkeste ‘hükûmeti PVV kurmalı’ tutumu hâkim oluverdi. Göçmenler hususunda PVV ile aynı söylemi olan VVD hemen öne çıktı ve kurulacak Wilders-hükûmetini destekleyeceğini açıkladı.

 

Hükûmet kurma çalışmaları, PvdA hükûmetlerinde Eğitim Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı yapmış Ronald Plasterk başkanlığında görüşmeler başladı. Hükûmet olmak sorumluluk üstlenmek demekti. Anayasaya ve hukuka uyacaksın, yerleşik kurumlara saygılı olacaksın. Wilders büyürken bunları engel olarak gördüğünü ifade etmişti. Camileri kapatacaktı, İslami okulları kapatacaktı, Kur’an yasak olacaktı, konutta, iş pazarında, sağlıkta, eğitimde ve diğer kamu alanlarında ‘yerlileri’ avantajlı konuma getirip, ‘göçmenleri’ dışlayacaktı. Hükûmet olabilmek için bunların hepsinden de vazgeçmesi gerekiyordu. Samimi bir şekilde. Bunu yapamadı. Muhtemel hükûmet ortaklarından olan NSC’a güven vermedi. Halbuki Wilders hükûmet kurabilmek için bütün politik ideallerinden vazgeçip, ‘derin dondurucuya’ koyduğunu belirtmiş ve hükûmeti kurmak için gereken ne ise yapacağını ifade etmişti. Ve görüşmeler iki ay sonra neticesiz bitti. Çok az kişi ‘iyi ki olmadı’ dedi.

 

Bu neticeye rağmen hem toplumda ve hem de mecliste yeni hükûmetin, Wilders’in öncülüğünde sağ partilerin kurması gerektiği fikri değişmedi. Hâkim algının da, Wilders hükûmetinin kurulamaması veya politik oyunlarla engellenmesi, Wilders’i daha da büyüteceği yönünde olduğu ortaya çıktı. Nitekim yapılan anketlerde Wilders’in partisi 52 milletvekili çıkartıyor. Bu durumda yeni hükûmet kurulma çabasını Wilders dahi sabote edebilir. Böylece Wilders’in iktidara gelmesi ve hükûmeti onun önderliğinde kurma hususundaki toplumsal yöneliş iyice pekişti. Görüşmeler yeniden başladı. Bu hükûmet nasıl bir hükûmet olacak? Hangi konuları merkeze alacak? Geçtiğimiz hükûmet iklim, enerji, tarım-nitrojen, konut ve göçmen gibi konularını bir kriz bağlamında ele almıştı. Devrim niteliğinde dönüşümü hedeflemişti. Wilders hükûmeti bu acil ve büyük sorunları ne yapacak?

 

Anayasa, hukuk devleti ve uluslararası anlaşmalar faşist ideolojisi bağlamında planlarını uygulamasını imkânsız kılacak güçlü bir çerçeve oluşturuyor. Halbuki Wilders’i büyük yapan bu faşist, ayrımcı ve dışlayıcı söylemi. Bu söylemden, şimdilik de olsa, vaz geçmesi ne demek? Belki Wilders birkaç dönem iktidarda kalmak için ‘iktidar karşılığında vazgeçtim’ söylemini ifade ediyor. Wilders’in geçtiğimiz senelerde stratejik ve başarılı tutumu, toplumun sağa kayması ve göçmenlere karşı verimli koşullardan hareketle önümüzdeki senelerde birkaç Wilders hükûmeti göreceğiz gibi. Demokratik hukuk devletinin, göçmenleri ve özellikle Hollanda Müslümanlarını ‘koruması’ ilk etapta mümkün görünmektedir. Anayasanın vatandaşı, özellikle kırılgan olanları, koruması şimdiden başlamış olmakta.

Özellikle Anayasanın ‘eşitliği’ garanti eden ve ayrımcılığı yasaklayan birinci maddesi ile ‘din özgürlüğünü’ garanti altında alan 6. maddesi öne çıkmaktadır. Anayasal haklar bizim için koruyucu bir kalkan. Bu hususta oluşan ‘rahatlık’ ve ‘istikrar’ ilk etapta tabi ki Omtzigt’in partisi NSC’tin bir kazanımı olacaktır.

Bu neticenin Müslüman kesim için ciddi bir riski var. Bu hukuki ‘kalkan’ Hollanda Müslümanlarını toplumsal sorunlarının çözümünü yoğun bir şekilde hukuki zeminde aramalarına neden olacaktır. Geçtiğimiz senelerin pratiği gösterdi ki bu ‘kalkan’ oldukça kırılgan. Kamu otoritesi ‘kamu güvenliği’ veya ‘tehdit var’ nitelemesini devreye soktuğunda hukuki korumayı çok kolay kaldırmaktadır. Bu yaklaşımı 11 Eylül sonrası döneminde çok iyi gördük. Yolsuzluklarla mücadele hususunda da gördük. Hatta şunu söylemek bile mümkün görünmektedir: Hollanda Müslümanları dinî hayatlarını ne kadar hukuk yollarla genişletmeye çalıştılar, önümüzdeki hükûmet de bu talebi daha belirgin olarak ‘güvenlik zeminine’ itecektir. Wilders’in lider olduğu bir hükûmet ajandasının ana unsuru bu olacaktır. Wilders hükûmetleri bunu yavaş yavaş yapacaktır.

Diğer bir husus ise Hollanda Müslümanlarının, insani değerlerden haraketli toplumsal olarak korunması. Seksenli yıllarda, genelde göçmenleri özelde ise Müslüman azınlığı, Hollanda toplumu, aydınları, homoseksüeller, Yahudiler ve kiliseler ve bütün politik partilerin ‘koruma’ altına almışlardı. CDA, PvdA, SP, D66, VVD gibi partiler bu hususta çok gayretli idiler. Hatta herkes göçmenlere, ‘yardımcı olmalıyız’ diyorlardı. Jan Maat ve aşırı sağ ile Müslümanlar değil, yerliler mücadele ediyordu.

Bize karşı ise, Hollanda böyle değil diyerek, ‘mahcup’ oluyorlardı. Geçtiğimiz 20 senede olanlar göstermektedir ki Müslümanların yanında yer alan bu kesimler birer birer bizi terk ettiler. Bize kanat geren kesimler yok oldular ve ellerini bizden çektiler.

Seksenli yıllarda, son yirmi seneyi de çok yakından yaşayan hikmetli bir kişinin ifadesi ile ‘Bizim kesimin seksenli yıllarda hukuki korunmaya ihtiyacı olmuyordu çünkü Hollanda toplumu bize kucak açmış ve bizim yerli Ensarlarımızdı (Ebu Talipler). Şimdi ise Hollanda toplumu bizi terk etti, bize kanat germiyor. Merkez partiler bizim için politik katılımın adresleri idi. Son yirmi sene içinde partiler de bize kapandı. Onlar bizi terk etti, biz de onları terk ettik. Bu durumda hukukta güven aramak tam bir saflık olacaktır’.

Bu durumda Müslümanların ‘birlik’, ‘beraberlik’ çağrıları, ‘dava-tebliğ’ gayretleri ters tepki edecektir. Bundan acilen vazgeçmeliler. Yeni dönemde Müslümanlar ‘uyum’ odaklı olmalılar. Toplumun hassasiyetlerini dikkate aldıklarını ve ‘güvenilen’ insan olduklarını aktif olarak gösterebilmeleri gerekmektedirler. ‘Kör mü, görsünler, İslam barış dinidir’ gibi bir tutumdan vazgeçmeliler.

Hollanda Müslümanları, İslam’ın geleceği için ne yapmalılar nasıl tepki göstermeliler?

Çok iyi bildiğimi söyleyemem. Belirsiz, gerilimi bol ve bizi daha da mağdur edecek bir döneme girmekte olduğumuz çok belli. Herkes kendini sıkı tutsun ve Wilders hükûmetine hazırlasın.

Biz kırılganız, göçmeniz ve azınlığız. Hollanda toplumunu hayal kırıklığına uğrattık ve onların desteğini yitirdik. Bize kast edenler ise yerli, çok güçlü ve çoğunluktalar.

Raşit Bal                                —◄◄