Yaşamı boyunca hakikati bulmaya çalışan, arayış ve anlam bulma yolunda ilerlerken yazın dünyasına eserler veren ve Türk sinema dünyasında senarist olarak tanınan Ayşe Şasa’nın vefatının ardından 10 yıl geçti.
Tam adı Ayşe Mihriban Şasa olan usta senarist ve yazar, 1 Şubat 1941’de İstanbul Amerikan Hastanesi’nde Çerkez anne ile bir taraftan Çerkez diğer taraftan Güney Doğu aşiretine mensup bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi.
Yetişme çağındayken dadılara teslim edilen Şasa, bir açıklamasında çok yalnız ve bedbaht bir çocukluk yaşadığını söylemişti.
Şasa, doğumundan itibaren yaklaşık 12 yıl süren ve farklı mürebbiyelerin eğitimi altında geçirdiği yabancı dadı yönetimini “çocukluk ülkemde hükmünü sürdüren bir rejim” olarak adlandırmıştı.
Zor bir çocukluk geçirdi
Hayatını en çok etkileyen insanlardan birisi olarak dedesini gösteren Ayşe Şasa’nın hayatında dedesinin savaşçı doğası, küçükken kendisine anlattığı savaş hikayeleri, üslubu, dinginliği ve alçak gönüllülüğü izler bıraktı.
Şasa, Doğu minyatürlerine karşı olan ilgisini bu anılardan gelen çağrışımlarla ilişkilendirmiş, minyatürlerdeki evreni dedesinin kişiliğiyle, serüvenciliğiyle ve doğasıyla özdeşleştirmişti.
Mürebbiyelerin sert tutumları ve ailesinin ilgisizliği nedeniyle korkular içinde bebeklik döneminden çocukluk çağına geçen Şasa’nın daha sonra yaşayacağı şizofren belirtilerinin temelini de korku figürleri, yalnızlık teması ve aidiyet problemi oluşturdu.
“Batılılaşma modasının trajik bir maraz olarak ortalığı kemirdiği bir döneme denk düşüyor benim çocukluğum.” diyen Şasa, küçük yaşlarda ayrıca ailesinin Batı hayranlığı sebebiyle bale, piyano ve yabancı dil dersleri aldı.
Şasa, Aydın İlkokuluna bir yaş erken başladı. Yazılarında okulda çok ezik ve zavallı olduğundan bahseden Şasa, arkadaşları tarafından alay edildiğini ve hocaları tarafından da kötü muamele gördüğünü belirtmişti.
Başarısız geçen ilkokul yıllarının ardından ve dadılar döneminin bitmesiyle yatılı olarak, şimdiki adı Robert Koleji olan Arnavutköy Amerikan Kız Kolejine giriş sınavında derece yaparak okulu kazanan Şasa, buradan 1960’ta mezun oldu.
12-13 yaşlarında kendi çapında “Çiftehavuzlar Postası” adında dergi çıkardı
Yaşadığı zaman diliminde Türkiye’nin en zengin ailelerinden birine sahip olan Ayşe Şasa, toplumun yoksullukla can çekiştiği bir ortamda servet içinde yaşamasını daima sorguladı. Şasa, kendisinden beklenen zengin kız rolü yerine entelektüel bilgi arayışıyla kainattaki varlığının sebebini, çevresinin sahip olduğu özellikleri sürekli eleştirerek, bir arayış içerisinde oldu.
Usta yazar, henüz 12-13 yaşlarında kendi çapında “Çiftehavuzlar Postası” adında bir dergi çıkardı. Derginin içeriğine karikatürler, gazetelerden kesilmiş kupürler ve resimler yerleştirirdi. Ayrıca dergide, arkadaşları hakkında yorumlar ve şaka içerikli yazılar kaleme aldı.
Öğrencilik yıllarından itibaren sinemaya ilgi duymaya başlayan Şasa, “Yaşadığımız Yıllar” adlı ilk oyununu liseden mezun olacağı yıl yazdı. Oyun, Ardından tiyatro oyuncuları ve yazarlar tarafından övgüyle bahsedildi. Şasa, 1963-1965 yılları arasında Robert Kolej’in İdari Bilimler Bölümü’ne devam etti.
Başarılı senarist, hayatının “dönüm noktası” olarak tanımladığı, okul arkadaşlarının vasıtasıyla yazar Kemal Tahir’le tanışıp güçlü bir dostluk kurdu. Kemal Tahir, Şasa’ya hayatında dönüm noktası olacak, “Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar. Ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç.” sözünü söylemişti.
Şasa, Tahir’le buluşma anını şöyle anlatmıştı:
“…O günlerde arkadaşlarım beni Kemal Tahir adlı, adını pek de duymamış olduğum bir romancının Suadiye’deki evine götürdüler. Daha ilk bakışta çarpıcı kişiliğinden ve konuşma üslubundan etkilendiğim Kemal Tahir, beni şöyle bir süzdü. Çehresini nedense Sokrat’a benzettiğim Kemal Tahir’e o an inanmış, güvenmiştim. Onu daha yakından tanımaya, izlemeye karar vermiştim. Ortaya koyduğu ölçü ile bütün hayatımı belirleyecekti…”
İnziva döneminde düşünsel anlamda kendisini değiştirdi
Yönetmen, yapımcı ve senarist Atıf Yılmaz’a asistanlık yapan Şasa, 1963’te senaryo yazmaya başladı.
Kendisini sinemaya adayan Şasa, bunun nedenlerini de şu şekilde dile getirmişti:
“Yavaş yavaş sinema üzerine eğiliyorum, sinemanın içine girmek, senarist olmak gayesi ön plana çıkıyor. Bunun bir sebebi o yıllarda hayata dair söyleyecek bir sözümün olmayışını fark etmem. İlk elde bir yazar olmaktansa, bir yazıcı olmayı tercih edeceğim. Diğer bir sebebi de Türk sinemasının fevkalade hor görülen bir şey olması, bu bendeki muhalefet duygusunu kamçılıyor. Annem ressam olmamı istiyor, Cevat Çapan tiyatrocu olmamı salık veriyor. Ama ben sinema senaristliği düşünüyorum. Çünkü sinema sanattan bile sayılmıyor Türkiye’de henüz. Halka ait, sıradan bir eğlence türü olduğu için aşağılanıyor.”
“Sinema, yaratıcısının bilinçaltını ayna gibi dışa vuran bir sanat.” diyen Şasa, 1972 yılında yayınlanan “Utanç” filmine imza attı. Şasa, filmde çocukluğunda yaşadığı Yahudi-Hristiyan etkisiyle kendi iç dünyasında yaşanan çalkantılı durumu beyaz perdeye yansıttı.
İlk evliliğini 18 yaşındayken Atilla Tokatlı ile yapan Şasa, ikinci evliliğini yönetmen Atıf Yılmaz ile gerçekleştirdi. İlk evliliğinin ardından Boğaziçi Üniversitesinde İşletme Bölümüne başlayan Şasa, eğitimini yarıda bırakarak sinema dünyasına geri döndü.
Ayşe Şasa, 1980’li yıllarda geçirdiği ağır rahatsızlık sonrası sinema dünyasından da 10 yıl uzak kalırken, bu süreçte üçüncü eşi usta senarist Bülent Oran kendisine destek oldu. İnziva döneminde düşünsel anlamda kendisini değiştiren Şasa, daha bilimsel, sezgici bir hayat sürmeye başladı ve bu yeni yaşam tarzı, eserlerine de yansıdı.
İbnü’l Arabi’nin “Fusüsu’l-Hikem” kitabıyla İslam’a yöneldi
Londra’da psikolojik tedavi görürken Şerif Mardin’in hediye ettiği bir kitap kataloğunda gördüğü İbnü’l Arabi’nin “Fusüsu’l-Hikem” kitabının çevirisini 1981’de okuduktan sonra çok etkilenen Şasa, İslam’a ve İslam tasavvufuna yönelmesinin, bütünüyle bu kitaba bağlamış ve 18 yıl boyunca yaşadığı ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtulduğunu ifade etmişti.
Senaryoları, yazıları ve kitaplarıyla, daima Türk sinemasının ve kültür hayatının merkezinde yer alan usta senarist, 1993’te sinemayla ilgili “Yeşilçam Günlüğü” adlı denemeleri okuyucuyla buluşturdu.
“Son Kuşlar”, “Ah Güzel İstanbul”, “Utanç” ve “Gramofon Avrat” gibi filmlere senarist olarak imza atan Şasa, “Bir Ruh Macerası”, “Yeşilçam Günlüğü”, “Delilik Ülkesinden Notlar”, “Şebek Romanı” adlı kitapları kaleme aldı. Şasa, Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil ile “Düş Gerçeklik Sinema”, Ömer Tuğrul İnançer ve Berat Demirci ile de “Vakte Karşı Sözler” kitaplarını kaleme yazdı.
Ayşe Şasa, 1963’te “Çapkın Kız”, 1965’te “Son Kuşlar” ve “Murat’ın Türküsü”, 1966’da “Toprağın Kanı” ve “Ah Güzel İstanbul”, 1967’de “Harun Reşid’in Gözdesi”, “Balatlı Arif” ve “Kozanoğlu”,1968’de “İlk ve Son”, “Köroğlu” ve “Cemile”,1971’de “Battal Gazi Destanı”, “Unutulan Kadın”, “Güllü” ve “Yedi Kocalı Hürmüz”, 1972’de “Utanç” ve “Cemo”, 1973’te “Kambur”, 1981’de “Deli Kan”, 1982’de “Hacı Arif Bey”, 1983’te “Ve Recep ve Zehra ve Ayşe”, 1984’te “Ölmez Ağacı”, 1986’da “Merdoğlu Ömer Bey”, 1987’de “Gramofon Avrat”, 1988’de “Arkadaşım Şeytan”, 1989’da “Hiçbir Gece”, 1992’de “Her Gece Bodrum”,1993’te ise “Kanayan Yara Bosna” adlı yapımların senaryosuna imza attı.
“Delilik Ülkesinden Notlar” kitabı Şubat 2003’te piyasaya sunulan Şasa, son olarak 2008’de “Dinle Neyden” isimli filmle sinemaya dönüş yaptı.
Entelektüel bir kişiliğe sahip olan Şasa, sürekli okuyan ve kendini geliştiren bir kadın profili olarak İslami toplumda da yankı uyandırdı.
Evini bir okul haline dönüştürerek, gençlere kapısını açan usta yazar, bir süre zatürre rahatsızlığı sebebiyle tedavi görmesinin ardından, 16 Haziran 2014’te hayatını kaybetti ve Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedildi.
Ayşe Şasa’nın vefatının 10. senesinde kişisel kitaplığı da Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’ne bağışlandı. Ayrıca Şasa’nın kaleme aldığı “Şebek Romanı”, “Delilik Ülkesinden Notlar”, “Yeşilçam Günlüğü” ve “Bir Ruh Macerası” kitapları, Ketebe Yayınları’ndan okurlarla buluştu.