Her dinin bir inanç sistemine ve o sisteme dayanan değerlere sahip olması zorunludur; yani her dinin sabiteleri vardır. Aksi takdirde din sürekliliğini sağlayamaz. İçinde yaşadığımız ve “modernite” olarak adlandırılan çağın da, inanç olarak bağlandığı ve tartışmaya kapalı değerleri vardır. Bu değerlerin başında özgürlük ve eşitlik yer alır. Hatta günümüzde bu değerler o kadar önemlidir ki, bu değerleri sorgulamak bile çağdışı olarak görülmek için yeterli. Peki nedir bu kadar önemli görülen özgürlük ve eşitlik?

Daha önceki yazılardan birinde de söylediğimiz gibi, modernitenin özgürlük anlayışı seçim hürriyetine dayanır. Bu nedenle birey, karşısına çıkan imkânlar arasından istediği tercihi yapabilme özgürlüğüne sahiptir. Bundan dolayı önemli olan bireyin neyi seçtiği değil, bir şeyi seçiyor oluşudur. Modern özgürlük anlayışı tercihimizin içeriğiyle ilgilenmediği için, tercihimizin içeriğini oluşturan değer ve yaşam biçimlerine dair hükmü yoktur.

Eşitlik ise, burada anlatılan özgürlük anlayışı ile ilintilidir. Madem ki her birey, istediğini yapabilme özgürlüğüne sahiptir, o takdirde bireyler arasında bu iradeyi kullanma konusunda engeller olmamalıdır. Bir başka ifadeyle, herkes iradesini kullanma konusunda eşit haklara sahiptir. Ne var ki günlük hayatta insanların tercihleri neticesinde çatışmaların çıktığına şahit oluyoruz. Madem ki herkes eşit olarak tercih yapabilme özgürlüğüne sahip, o zaman bu durumda ne yapılmalı? Modernite bu soruna pratik bir çözüm bulmuştur. Şöyle ki, bireyin tercih özgürlüğü bir başka bireye zarar verdiği durumda sona erer. Çünkü iş zarar verme noktasına geldiğinde, zarar veren kişi, zarar verdiği kişinin eşitlik hakkını gasp etmektedir. Bu durumda devlet, bireyler arasında bozulan eşitliği yeniden tesis etme yetkisine sahiptir.

Elbette özgürlük ve eşitliğin bu kadar önemli görülmesi, bir anda olmamıştır. Fazla detaylara girmeden şunu demekle yetineceğim: Bugün hâlâ siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda tesirini sürdüren Fransız Devriminin temelinde (1789) özgürlük, eşitlik ve kardeşlik talepleri vardı. Hatta bu üç prensibi, Fransız Devrimi’nin sloganı olarak görebiliriz. Devrimden sonra yayınlanmış olan Fransız İnsan ve Yurttaş Bildirisi, insanın özgür ve eşit doğup yaşadığına dair ifadeleriyle başlar. 1787 tarihli Amerikan Birleşik Devletleri Anayasası da aynı ifadelerle başlar. Burada zikrettiğimiz her iki metin, günümüz siyaset, yönetim ve hukuk düşüncesinde referans kaynağı olarak gösterilmeye devam etmektedir. Bu yönüyle bu metinlerin hâlâ “güncel” ve bir nevi “kutsal” olduğunu söyleyebiliriz.

Buna rağmen son iki yüzyılda ortaya çıkmış yönetim biçimlerine baktığımızda, bir kısmının özgürlüğü bir kısmının da eşitliği öncelediği görülür; yani her iki değere de aynı oranda sahip çıkılmamıştır. Mesela soğuk savaş dönemindeki iki kutuplu dünyada, ABD önderliğindeki Batı dünyası “özgürlüğü” ve Sovyetler Birliği önderliğindeki diğer kutup “eşitliği” temsil ettiğini iddia etmekteydi. Keza günümüz Avrupa siyasetindeki sağ partiler “özgürlüğü”, sol partiler “eşitliği” önceler. Peki bunun nedeni ne olabilir?

Fransız Devrimi’nden kısa bir süre sonra yaşamış olan Alexis de Tocqueville (v. 1859), özgürlük ve eşitlik arasında uyum olmadığı görüşündedir. Çünkü özgürlük insanlar arasında eşitsizliği, eşitlik ise özgürlüklerin sınırlanmasını beraberinde getirir. Tocqueville bunu bir adım daha ileri götürür. Tocqueville, mutlak özgürlüğün anarşi ile mutlak eşitliğin ise tiranlıkla sonuçlanmaya mahkûm olduğunu iddia eder.

Yukarıda modernitenin özgürlük anlayışının seçim hürriyetine dayandığını ve tercihimizin içeriğini oluşturan değerlere dair bir hükmünün olmadığını söylemiştik. Bu bakış açısı insana nasıl yaşanması gerektiğini söylemez, bilakis her bireyin nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşaması gerektiğini söyler. Bu nedenle çağlar üstü değerlerden bahsetmenin artık bir geçerliliği kalmamıştır. Her birey değerleri kendi belirler. Bundan dolayı insanın başıboşluğa mahkûm edildiğini söylemek abartı olmaz. Başıboş kalmış kişinin -tıpkı günümüzde sıkça rastladığımız gibi- maddiyat ve hazza yönelmesi kaçınılmazdır. Çünkü insanın sahip olduğu nefis, ona maddî arzuları yerine getirmesini telkin eder. Bir başka ifadeyle, terbiye edilmemiş nefis, kişiyi nefsinin arzularının esiri yapar. Arzuların esiri olmuş insan topluluğun varacağı noktanın anarşi olma ihtimalinin yüksek olduğu düşüncesindeyim.

Öte yandan insanlar arasında var olan cinsiyet, yaş, eğitim ve anlayış farklıklardan dolayı eşitsizlik olması kaçınılmazdır. Çünkü insanlar arasında her daim ihtilaflar meydana gelir ve güçlü olan zayıf olanı ezer. Bu nedenle toplum hayatını düzenleyecek kurallara her daim ihtiyaç duyulur. Bunun için devlet otoritesi zorunludur. Ancak asıl sorun, insanlar arası mutlak eşitlik tesis edilmek istenildiğinde ortaya çıkar. Çünkü Kinneging’in isabetle belirttiği gibi, mutlak eşitlik, toplum hayatının her alanına müdahale etme kudretine sahip güçlü bir devlet otoritesi tarafından tesis edilebilir. Bunun da bir adım ötesi totaliter bir yönetimin oluşmasıdır.

Geçen asırda kurulan ve insanlar arasında mutlak eşitliği vadeden Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya gibi devletlerin niçin totaliter rejimlere dönüştüğünün sebebini buralarda aramak gerekir.

Talha Yıldız                             —◄◄