Bir önceki yazımızda içinde yaşadığımız ve modernite olarak adlandırılan çağın, tıpkı bir inanç sistemi gibi bağlandığı ve tartışmaya kapalı değerleri olduğunu belirtmiştik. Bu değerlerin başında “özgürlük” ve “eşitlik” yer alır. Hatırlatmak gerekirse, modernite açısından özgürlük, bireyin karşısına çıkan imkânlar arasından istediği tercihi yapabilmesidir. Burada aslolan bireyin neyi seçtiği değil, aksine bir şeyi seçiyor oluşudur. Eşitlik ise bu minvalde özgürlüğü tamamlayıcı şekilde tanımlanmıştır. O da her bireyin özgürlüğünü kullanmasında dinî, etnik, sınıfsal ve cinsiyet ayrımlarının olmamasıdır. Bir başka anlatımla, herkes iradesini kullanması hususunda eşit haklara sahiptir.

Bilindiği üzere, özgürlük ve eşitlik ilk defa Fransız Devrimiyle (1789) birlikte slogan hâline getirilmiş ve o günden bugüne kadar hayatın merkezinde yer almaya devam etmektedir. Dolayısıyla özgürlük ve eşitliğin neden bu kadar cazip olduğu sorusunun cevabını aramak, çağımızı anlamak adına önemlidir.

Önceki yazıda ismini zikrettiğimiz Kinneging, “özgürlük ve eşitlik isteğinin insanın içinde yer alan iki farklı dürtünün bir sonucu olduğu” görüşündedir. Şöyle ki, her insanın içinde kimseden emir almadan istediğini yapabilme arzusu yer alır. Kinneging’e göre özgürlük arzusu bu manada “bencil” bir istektir. Çünkü insan bunu kendisi için ister. Bir başkası da pek umurunda değildir. Keza eşitlik arzusu da “bencil” bir istektir. Zira insan kendisinden daha üstün gördüğü insanlarla eşit olmak ister. Hatta başarabilirse kendisinden üstün gördüğü kişiden de üstün olmak ister. Kinneging bu her iki isteğin kökeninde “gurur” olduğunu söyler.

Kinneging’in özgürlük ve eşitlik isteği bağlamında insanın arzularına yönelik yaptığı bu tespitleri bizim geleneğimiz açısından yaklaştığımızda, karşımıza “kibir” ve “haset” kavramları çıkar. Malum, kibir ile büyüklük taslama ve kendini herkesten üstün görme hâlini, haset ile başkasının sahip olduğu nimeti çekememe ve hatta o kişinin o nimetten mahrum olması hâli kastedilir.

Öyleyse, modernitenin tanımlandığı şekliye özgürlük ve eşitliğin aslında nefsin istekleri olduğunu söylemek doğru bir tespit olsa gerek. Nefsin isteklerinin de her daim cazip olduğunu dikkate alırsak, özgürlük ve eşitliğin günümüzde neden cazip olduğu hakkında fikir sahibi olabiliriz.

Her insanda görülen buna benzer hâller, bizim geleneğimizde “manevî hastalıklar” olarak nitelendirilir. Manevî hastalıklar tıpkı bedenî hastalıklar gibi, tedavi edilmesi gerekir. Bu yazının içeriğini düşünürken, kibir ve hasedin kökeni ve bunun tedavi yollarıyla ilgili okuyucuya bilgi vermeyi planlıyordum.

Hatta bu konuyu Yunus Emre’nin farklı manevî hastalıkların kökeni ve bunlarla mücadele yollarını içeren Risaletü’n-Nushiyye’si adlı şiir kitabından yapma niyetim vardı. Ancak sonra farkına vardım ki, Yunus Emre gibi arifler manevî hastalığın tedavi yollarını laf olsun diye söylememişler. Dahası onlar, sadece mücadelesini verdikleri mevzuları anlatmışlardır. Nitekim Yunus Emre’nin içinde yetiştiği tasavvufî hayatın zaten amacı, kâmil insan yetiştirmektir. Ancak aynı tasavvufî hayat, kişinin kendi başına kâmil insan olamayacağını söyler. Bundan dolayı kâmil insan olmak isteyen kişi, o yolu daha önce yürümüş mürşide tabii olması gerekir.

Demem o ki, bu satırın sahibinin yukarıda verilen mücadeleden geçmediği için, yazısında bununla ilgili şiirlere yer vermesi ya da kendi görüşlerini paylaşması doğru olmasa gerekir.

Talha Yıldız  ◄