Bu ayki makalede bir değişiklik yapalım ve bir kaç bölüm gezi yazısı yazalım istedim.
Bazen dünya, Hollanda ya da Türkiye gündemi insanı sıkıyor. Zaten bunun için de tatiller yok mu?
Uçak biletini alırken gidişi Fas’ın güneyindeki Ağadır’e, dönüşü ise kuzeydeki başkent Rabat’tan aldım. Bilet fiyatlarına göre Schiphol/Eindhoven/Almanya Weeze gibi alternatiflere bakarak bilet alabilirsiniz. Ağadır’e 3 saatlik yolculuktan sonra indiğimizde öğle saatiydi. İnternette otobüs olduğunu söylemiş olmasına rağmen, durağı bulamadık ve taksi ile şehir merkezindeki otelimize ulaştık. Yıllar önce beraber çalıştığımız İbrahim’in şehri Ağadır. Hiç fazla oyalanmadan doğruca denizin yolunu tuttuk. Günlerden pazar ve Fas’ta mutat olduğu üzere sahil, çıplak ayakla futbol oynayan gençlerle doluydu. Biraz yüzüp ve biraz da sahilde yürüdükten sonra, uzun uzun sahilde denizi izledik. Sağ tarafımızda Kasbah Dağı’nın üzerindeki yazının ancak “Allah”, “El Vatan” kısmına kadar okuyabildim fakir Arapçamla. Fakat o bölge teleferik ile çıkılıp gezilen bir mâkan.
Sahilden ayrılıp biraz otelde dinlendikten sonra akşam yemeği için şehir merkezine doğru giderek yemek arayışına girdik. Açıkçası gündelik hayatta hiç fastfood yemediğimiz için, değişiklik olsun diyerek farklı şeyler ısmarladık. Fas, Fransız sömürgesi bir ülke ve Arapça, Berber dili dışında hemen her yerde Fransızca konuşuluyor, çünkü anladığım kadarıyla eğitim dili Fransızca. Hâl böyle olunca İngilizce iletişimde sorun yaşıyorsunuz. Menüde gördüğünüz ürün ile önünüze gelen ürün pek de aynı olmayabiliyor. Hemen ilk yemekte bununla karşılaştık. Gayemiz güzel yemek yiyelim ve yemek arttırmayalım. İlk yemekte beceremedik maalesef. Yemeğimizi yiyip dolaşmaya başlayınca, sıcak ülkelerin insana verdiği bir hissi hemen hissediyorsunuz. Sanki umreye gelmişsiniz gibi. Örneğin ezan okunuyor, aradan yarım saat geçtikten sonra kamed getiriliyor ve namaz başlıyor. Sonra bazı insanların sokağın bir köşesine seccadesini serip namaz kıldığını görebiliyorsunuz. Türkiye’de, en azından benim görebildiğim kadarıyla, sokakta namaz kılana pek denk gelmezsiniz. Belki sebebi her kısa mesafede cami/mescidlerin olmasından olabilir. Neyse, sonuçta benim hoşuma gidiyor.
Akşam yemeğinden sonra, internet araştırması sonucu şehrin meşhur pazar yerine gidiyoruz. Özellikle ara sokaklardan da giderek şehrin sakinlerinin yaşamlarına dair fikir edinmek istiyorsunuz: Gündüz saatleri sıcaktan sokaklar çok sessiz ve sakin. Mimari olarak pencereler çok küçük ve hepsi kapalı ve panjurlar da aşağı indirilmiş. Çünkü dışarıdan sıcağın girmemesi gerekiyor. Türkiye’de ise kapı ve pencereler dayanır, “cereyan yapsın” diye uğraşılır. Oysa sıcak ülkelerde çok manidar olarak, kapalılık esastır. Yani, kapınız, pencereniz, giyiminiz hep kapalılık olarak tercih edilmiş. Batılılar en ufak bir sıcak görünce açılmayı tercih ederken, insan sıhhati için en doğalı ise kapalılık. Ne kadar tezat değil mi? Neyse, çarşıya geldiğimizde hoş bir sur ve güzel bir giriş kapısı ile karşılaştık. İçeri girdiğimizde bir kaç otantik ürün dışında hemen hemen dünyanın her yerinde görmeye alıştığımız ürünlerin satıldığını gördük. O yüzden daha çok geleneksel giyim, meyve ve sebzeler daha çok hoşuna gidiyor insanın. Çarşıyı gezip cemaatle ikindi namazını kıldıktan sonra, başka bir güzergâhtan otele doğru yürürken, yolda çay-kahve molası verdiğimiz kafede futbol maçı izleyen insanlar gördük. Dünya kupasında Fas’ın dördüncü olarak bitirmesinin izlerini gençlerin formalarından, maç izlenmesinden, sahilde ve halı sahalarda futbol oynanmasından görebiliyorsunuz. Eh ben de biraz futbol oynamayı ve izlemeyi sevdiğim için dikkatimi çekiyor. Ama dikkat, ben fanatik değilim, çünkü hiç bir futbol takımını 15 yaşımdan beri tutmuyorum. Tebaatıma aykırı, denk ik, vermoed ik. Tebaatım mı, yoksa fanatikliğin insanın bilincini ve adil olmasını engellediğini gördüğümden mi? Allah’u alem.
Sokakta dikkatimi çeken bir başka olay: Akli dengesi yerinde olmayan insanlar. Benim çocukluğumda mahallemde ya da köyümüzde gördüğüm insanların, hemen her Fas şehrinde karşımıza çıkmasıydı. Saçları uzamış, üstleri başları perişan, dilenen, kendi kendine konuşan, bağıran, sinirlenin insanlar. Hemen her ülkede bu insanları görmek mümkün. Hollanda’da özel bakım yerlerinde kaldıkları için gündelik hayatta görülmüyor. Benim Hollanda’da yaşadığım yerde bu merkezlerden bir tanesi var örneğin. Çarşıya çıkarken yanlarında en az iki kişi onlarla ilgilenmesi gerekiyor. Türkiye’de de zannediyorum böyle bakım merkezler mevcut. Eskiden bu insanlar sadece Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gönderilirlerdi. Şimdi iyi ki bu kliniklerin sayısı artmış. 2019 rakamlarına göre hastane sayısı 11, yatak sayısı ise 3912. 84 milyonluk bir ülke için ne kadar az olduğunu siz düşünün. Neyse başka bir zamanın konusu olsun.
Bize de yürürken denk geliyor ve yolumuzu değiştirmek zorunda kalıyorduk. Akşam otele erken döndük ve bir önceki günün az uykusu ve yol yorgunluğu ile erkenden uyuduk. Sabah ezanını riske atmamak için cebimize alarm kurduk, iyi ki de öyle yaptık çünkü ezan sesi duyulmuyordu maalesef. Sabah kahvaltıları olmazsa olmazlardan, çünkü eşim oldukça çaycıdır. Geçmişte bazı otelleri kahvaltısız tuttuğumda çay meselesinden muzdarib olunca artık standart kahvaltılı tutuyoruz.
Fas kahvaltısı…
Sahanda yumurta, bizim köyde “çızlak” dediğimiz taze sıcak müsemmen, üçgen peynir (smeerkaas), çoğu Arab ülkesinde satılan Kiri marka beyaz peynir ki o da ekmeğe sürülen cinsten, taze sıkılmış portakal suyu, francala ekmek, domates, salatalık ve reçel çeşitleri. Asya’da olsa kahvaltılarda aç kalırsınız ama Fas’ta hiç sorun yok.
Tatillerde özellikle dikkat edilmesi gereken konu planlama. Yani eğer bizim gibi toplu taşıma ile gezecekseniz, hangi ülkede olursanız olun, biletinizi 1 gün öncesinden almanız çok önemli. Biz de öyle yaparak, Ağadır’de 2. gün kahvaltıdan sonra taksiyle terminale gidip CTM’den Essaouira için ertesi güne bilet aldık. Sonra terminalin hemen yanında mangalda balık yaptıklarını görünce eşimin gözünde yıldızlar parlamaya başladı ve hemen sipariş verdik. Ben balık severim ama eşim kadar değil, fakat eşimin Fas’taki önceliği mangalda balık, yağda asla değil. Neyse, ben de ona kıyısından köşesinden eşlik ettim. Hemen yanında balık hali vardı ve çeşit çeşit balıkları görmek çok başka bir şey; yani köpek balığından tunasina kadar ne ararsanız var. İşte böyle durumlarda o şehirde yaşayıp evinize bir kaç kilo götürüp yemek istiyorsunuz. Biraz daha ileriye doğru gittiğimizde öğle vakti olduğu için tacinciler dizmişler tezgaha yemekleri. 10-15 adım gittikten sonra geri dönüp, küçüğünden de olsa yemeye başladık. Şimdi bile anlatırken, neyseeee.
Dünya böyle bir şey işte. Oteliniz biraz pahalı bir bölgede ise tacını 6-7-8 euro civarında alırken, burada 3 euroya aynı tacını yiyebiliyorsunuz. Yemekten sonra bir kafeye girip mutad olduğu üzere kahve ısmarlama maceramız başlıyor: Ben capuccino ya da latte yani sütlü kahve ısmarlıyorum. Eşimin kahvesi ise az olacak ve suyu biraz fazla olacak. O da americano ısmarlıyor ama yani ekstra sıcak su. Hot water. Doğrudan hot water anlayan denk gelmedi. Hatta buzlu su getiren bile oldu. La la, hot water. Mekân sahibiyle kahve makinasının başına gittim, çay doldurdukları yerden sıcak suyu gösterdim. Suyu getirince sordum, “hot water nedir?” diye. “El mesgüüüün, mae mesgüüüüün”. Elhamdülillah deyip telefona not aldım ve tüm tatil boyunca “el mesgüüüüün, mae mesgüüüün” diyerek sipariş verdik.
Otele ulaşıp, biraz dinlendikten sonra tekrar deniz kenarına gidip, ayakkabılarımızı sahilde şemsiye altında oturan iki bayana yakın bir yere bırakıp uzun bir yürüyüş yaptık. Geldiğimizde bayanlar ayakkabılarımızı bırakmamız gerektiğini söylediler malum sebepten. Biraz da denizi seyrettikten sonra tekrar otele dönüp yine çevreyi gezip yavaş yavaş Ağadır defterini kapatmaya ve ertesi gün olan Essaoura planını yapmaya başladık.
Essaouira
Ertesi gün saat 11:45’e biletimiz olduğundan otobüs gelince 4-5 saat sürecek yolculuğu hesaba katarak açıkçası yolun nasıl olduğunu çok merak ediyordum. Sahil kenarından başlayan yolculuk yerini dağlık ve çok virajlı bir yolculuğa bıraktı. Öyle virajlıydı ki karşıdan gelen araçlar otobüslerin dönmesi için beklemek zorunda kalıyorlardı. 2-3 saat süren dağlık yoldan sonra düz yola düştük ve içimden ‘eğer yollar gidişli gelişli olarak Rabat’a kadarsa vay bizim hâlimize’ diye geçirmedim değil. Mola yerleri çocukluğumun Türkiye’deki mola yerleri gibiydi. Bayağı bayağı nostalji oluyordu benim için:) Namaz vakitleri olduğu için genellikle namaz kılıp devam ediyorduk. Essaouira’ya geldiğimizde saat 17:00 civarıydı. Buraya ikinci gelişimiz çünkü gerçekten çok seviyoruz bu sahil şehrini. Yürüyerek otele doğru giderken yemek yemek için geçen seferden kalan bir mekânı ararken kadınların işlettiği başka bir mekân çıktı karşımıza. Garson genç kız nereden geldiğimizi sorunca çat pat da olsa Türkçe konuşmaya başladı. Listede neyi işaret ettikse maalesef dedi ve ancak bir ürün yapabileceklerini söyledi ve biz de heyhat onu ısmarladık. Oradan 20-30 metre ayrıldıktan sonra hedeflediğimiz diğer mekânı gördük ve ‘ertesi gün artık burada yeriz’ diye düşündük. Otel, adresteki gibi işlek bir çarşının üstündeydi. Yani otelin bulunduğu yerden turistleri çıkarın, hemen tarihî bir film çekebilirsiniz, hem mimarisi hem de insan kıyafetleri ile o kadar hoş ki. Günlerden salı idi ve iki gece kalacaktık burada. Biraz dinlendikten sonra tekrar dışarı çıktık ve dolaştıktan sonra kahve mekânı seçip ekstra mae mesgüüüüünlü kahveden yudumlarken fonda Türkçe parçalar çalmaya başladı. Yani nasıl olacak da böyle bir ülkeyi sevmeyeceksiniz. Hatta hep derim ki, örneğin Küba, Brezilya vs. gibi ülkeler ne kadar doğa güzelliği olsa da din kardeşliğinin olduğu ülkelerde gezmek bambaşka.
Ertesi gün yine bir sonraki şehir olan El Jedida için bilet aldım ve günün geri kalanını, deniz, kafe, yine deniz ve yemek şeklinde doldururken araya da Essaouira’nın en meşhur balık pazarına da uğramadan edemedik.
Ha bu arada kafe derken şunu paylaşmadan edemeyeceğim. Amsterdam’da Burgemeester de Vlugtlaan’da Faslı’ların bir kafesi var ve müdavimleri erkekler, sandalyeleri sokağa dönük olarak otururlar ve ben bir erkek olarak bile bundan rahatsız olurken, kadınlar nasıl rahatsız olmasınlar diye düşünürdüm. İstisnasız, Fas’taki bütün kafelerde de erkekler sokağa dönük oturup sanki hep beraber TV seyreder gibi dışarıyı izliyorlar. Yani kadınların da bundan rahatsız olup olmadığını bilmiyorum ama zaten genelde pazar yerlerinin dışında kadınları görmek pek de mümkün değil. Demem o ki, böyle bir oturma tarzı var ve anladığım kadarıyla onlar bundan şikâyetçi değil.
Bir dahaki bölümde El Jedida,
Casablanca ve Rabat’ta görüşmek üzere… Ergün Madak —◄◄