Güvenlik politikaları İslami kesimle devlet arasını iyice açmıştı. 11 Eylül 2001 saldırılarıyla başladı bu dönem. Takip eden senelerde pek çok saldırı oldu ve bu saldırılar bir şekilde İslam’la, Müslümanlarla ilintili olduğu ortaya çıktı. Daha sonraları ise DEAŞ ‘halifelik’ ve bütün dünyaya İslam adına savaş ilan etti. Çok geçmeden Hollanda’dan ve diğer ülkelerden genç Müslümanlardan savaş bölgesine (Irak ve Suriye) gidenler oldu. Hem de dikkat çekecek kadar çok. Bu gençler bunu İslami idealler uğruna yaptıklarını ifade ettiler. Kur’an’a atıfta bulundular. Ve hatta dediler ki, ‘biz Allah’ın çağrısına itaat eden hakiki Müslümanlarız, DEAŞ’ı desteklemeyenler ise samimi Müslüman olamazlar’. Gitmeden önceki dönemde de camilerle irtibatlı oldukları izlenimi oluştu. Sanki, bu gençlerin radikalleşmesi, cihatçı olmaları camiler ortamına, bir imamın dizleri dibinde başlıyor. Ve böylece camiler, gizlice cihatçı yetiştiren ‘hücreler’ gibi algılanması belirginleşti. Özellikle Faslı kesimin, göreceli olarak küçük camileri hakkında bu algı iyice pekişti.
Bu algı sadece medya tarafından ifade edilmedi. Sıradan insanlarda da bu algı belirgin olarak bir karşılık buldu ve İslam iyice şiddetle birlikte anılır oldu. Politikada ise PVV bu algıyı politik bir söyleme dönüştürdü ve bu algı devlet kurumlarında (belediyeler, eğitim kurumları, polis, NCTV, Sosyal İşler Bakanlığına, ESS vb.) iyice karşılık buldu. Bu algı, politika ve devlet kurumlarına yerleştiğinde artık ok yaydan çıkmıştır. Çünkü devlet bu algıya ve tespite artık kayıtsız kalamaz. Önlem almak zorundadır ve bu algı pratiğe dökülür. Bu algının merkeze aldığı kesime yönelik politikalar bu algı ve söylem üzerinden oluşturulur. İslam dini pratiğinin sembolleri (sakal, başörtüsü, celebe, kısa paçalı don, takke, minare, cami, ezan, Kur’an, vb.) yeniden anlam kazanır ve bu yeni güvenlik bağlamına oturtulurlar. Bu semboller takvanın ifadesi değil, güvensizliğin veya tehdittin belirtisi olarak anılırlar. Bu aşamaya gelindiğinde artık devlet, güvenliği yeniden tahsis etmek için, tehdit odaklarını takip altına almak için, bilgi toplamak ve analiz etmek için milyonları tahsis eder. Para sorun olmaz, bulunur. Nitekim iki binli yıllarda devlet bütçesinde bu milyonlar görünür oldu. Toplumdan hiç kimse buna direnemez ve karşı koyamaz. Çünkü güvenlik hepimizi ilgilendirir.
Bu dönem cemaatler ve camileri gözetim altına alındılar. Adamlar sızdırıldı ve gizlice araştırmalar yapıldı. Daha da ileri gidildi. Görev icabı ‘Müslüman’ olanlar oldu, sakal bıraktılar, sarık sardılar ve cemaatin içine girdiler ve idareci oldular. Cami cemaatlerinin sosyal yapılarını deşifre ettiler. Güç ve otorite dağılımını, kimin âlim kimin cahil olduğunun raporunu çıkardılar. Maksat belli: Camilerden gelen tehdidi kontrol etmek. Geçler nasıl ve kim tarafından ‘cihatçı’ yetiştiriliyor? Önce bunu belirlemek ve sonra da onları elimine etmek. DEAŞ’a elaman devşiren kişi ve kurumları bulup yok etmek. Bunun için koskoca bir ‘güvenlik kadrosu’ oluşturuldu.
Bu çalışmalar tabi ki oldukça sorunlu oldu. Hatta tam bir hastalık, paranoya tutumu demek mümkün. Biz bunları ‘algı’ ve ‘hayal’ olarak görsek dahi devletin önemli birimleri böyle inanıyor. Devletin karar vericileri, Müslümanları ve kurumlarını böyle algılıyorlar. Bunların arasında ‘bizden’ olanlar da var. Türk ve Faslı kökenli. Uzun sakallı, cavlak kafalı, namazını da kılan. Bunun karşısında cami cemaatleri ‘içine dönük dışarıya kapalı’ tutumlarını devam ettiriyorlar. İdarecilerin şeffaflığı pratiğini sağlayamıyorlar. Toplumdan, diğer dinî geleneklerden, politik partilerden paydaş oluşturamıyorlar. Yerli kesimden hiç kimse çıkıp ta ‘biz bunları başka biliriz, güvenli insanlar’ diyemiyor. Caminin ve cami cemaatinin dinî kimliğini anlaşılır bir şekilde de ifade edemiyor. Camilerin imamları İslam’ın güzelliğini Müslümanlara günlerce anlatabiliyorlar da Müslüman olmayanlara anlatacak hiçbir şeyleri yok gibi. Deneyenler de daha çok ‘yanlış’ yapıyor. Kaş yapıyım derken göz çıkartıyor. Bir şekilde ‘tehdit’ algısını tasdik ediyor. Bilmeden. Bu konuda oldukça yetersiz oluyorlar ve haklı olarak ürkek davranıyorlar. Sadece ‘saklayacak bir şeyimiz yok’ demekle yetiniyorlar. Kendilerini donatacak hiçbir gayretleri olmuyor. Topluma karşı var olan kapalılığın güvensizliğe dönüşmesine gözlerini kapatıyorlar. ‘Mesafe’ oluyor bir ‘uçurum’ ve ‘önyargı’. Bu dönüşüme bağlı olarak da ‘göçmenler’ ve ‘İslami cemaatler’ kendi davranışları üzerinden de kamu düzeni için ‘tehdit’ kaynağı oluveriyorlar. İslami önderlerin bu kayıtsız tutumu, istisnai olaylar üzerinden oluşan bu algının bir ‘gerçek’ olmasına neden oluyor. Bu sonuç İslami kesimi müthiş yabancılaştırdı. Bu dönemde büyüyen yeni nesil topluma ve İslami kuruluşlara da çok fazla öfkelendi.
Bu araştırmalar, takip, analiz ve alınan önlemlerin hepsi ‘gizli’ oluyordu. Hiçbir bakan, hükûmet veya belediye başkanı ‘siz bir tehditsiniz, ondan dolayı da sizi araştırıyoruz’ demez. Tek fark edilen, NCTV’nin bütçesi artıyor, bakanlıkta çalışan elaman çoğalıyor ve belediyelerde ‘radikalisering’ adı altında yeni bölümler ihdas ediliyor. Ve kamu tartışmalarında pek çok ‘uzman’ konuyu enine boyuna tartışıyor. İslami kesimden bu tartışmalara katılabilecek hiçbir babayiğit de çıkamıyor. Çünkü tartışmalar çok gerilimli ve nüansa yer yok. ‘Evet var’ desen ‘hain’ oluyorsun, ‘yok böyle bir şey, siz hayal görüyorsunuz’ desen ‘inkârcı ve kör’ oluyorsun. Biraz cesur olursan hemen sen de takip altına alınıyorsun.
Bu dönemin hiç kahramanı olmadı. Pek çok kişi yaralandı. Ajan ilan edildi. Imanlar harcandı. Gavur olan da oldu, Müslüman olan da.
Ancak yirmi sene sonra birden durum değişiyor. ‘Tehdit’ algısının çok ileri düzeyde abartıldığı ve aslında böyle milyonları hak edecek bir durumun olmadığı ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz sene bu ‘gizli’ araştırmalar gizliliği basın tarafından ortadan kaldırıldı. Araştırmacı muhabirler bu ‘tehdit algısı’ politikaların uygulanışını bir seri şeklinde haber yaptılar ve bu uygulamanın abartılı, usulsüz ve kanunî dayanaktan yoksun olduğunu ortaya çıkardılar. Elde edilen bulguların da tamamen sübjektif değerlendirildiği ve toplumsa güvenliğe de hiçbir katkı sağlamadığını ortaya koydular. İlgili memurlar ve danışmanlar bol para kazanmışlar. Ortaya çıkan sonuç bu. Bakan mahcup oldu. Belediye başkanları mahcup oldu. Devlet kurumları bir taraftan İslami kesimle görüşmeler yapıyor, toplumsal sorunların çözümü için ortak çalışıyor, diğer taraftan da aynı insanları ve kuruluşları gizlice takip ediyor. Paydaş olmakla, güvensizlik aynı anda uygulanıyor.
Basın bu bulguları yayımladığında İslami kuruluşlarla devlet arasında güven duygusu iyice yok oldu. Zaten güven sorunu vardı. İslami kesim devletten her zaman ürküyordu ve mesafeli davranıyordu. Önceki dönemin entegrasyon politikalarını daha çok asimilasyon olarak algılıyordu. Bundan dolayı topluma, politikaya, kültürel hayata aktif katılmaktan uzak duruyordu. Bu dönemin oluşturduğu mesafenin üstüne bir de bu geldi. Haklı olarak İslami kesim ‘gördünüz mü zaten sizi böyle biliyorduk, size güvenmemekle haklıymışız’ gibi bir tutum sergilediler. En azından bu yönde pek çok açıklama yapıldı. Hatta devlete hakaret edenler bile oldu. Her ne kadar bu açıklamalar daha çok Faslı kesimin bir kısım önderleri tarafından yapılmış ise de genel bir sorun olarak ortaya konuldu.
Devletle vatandaş tabi ki küs olamaz. Devlet yanlışını düzeltir ve gerekirse tazminat öder. Çocuk ödeneği skandalında olduğu gibi. Vatandaşa yönelik adımlar atar ve bu ilişkideki gerilimi giderir ve güven ortamını oluşturur. Yalnız bu demokratik, hukuk devletinde olur. Böyle olmayan devletlerde zaten vatandaşın küsme ve öfkelenme hakkı bile olmaz. Yaz tatilinden önce yapılan görüşmelerde İslami kesimden bazı kuruluşlar çok fazla öfkeli olduklarını bildirmişti. Bu kuruluşlar genellikle Faslı kesimin hâkim olduğu kuruluşlardı ve SPIOR bunların başını çekiyor. Onlara göre ‘devlet diz çökmeli, özür dilemeli ve camilere tazminat ödemeli’. Devlet bu yönde bir adım atmadığı için de bu kuruluşlar ‘biz de artık görüşmelere gelmeyiz’ dediler.
Ancak İslami kesim bu birkaç kuruluştan oluşmuyor. Üstelik hayat devam ediyor. Tıpkı diğer kesimler gibi İslami kesimde devletle sürekli muhatap. Ülkesel olarak, yerel olarak, kurumsal olarak. Yeni camiler açılacak, yeni İslami okullar açılacak. Hem bireysel düzeyde ve hem de cemaat olarak ilişkiler iyice iyileşmeli. Zaten ‘gelmeyiz’ diyen kuruluşların gerçekte böyle bir derdi de yok. O kuruluşların bir tabanı olmadığından asıl dertleri politik olarak kendilerinin propagandasını yapmak ve bireysel dikkat çekmek.
Geçtiğimiz haftalarda yapılan görüşmelerde devlet tarafını temsil eden katılımcılar ‘ne yapalım gelmiyorlar’ diye artık pes ettiklerini ifade ettiler. Toplantıların ana konusu, güvenlik politikaları kalktı, artık İslami kesim bu toplumun yerleşik ve eşit vatandaşları oldular. Bu toplumsal konuma uygun bir ilişki ve çalışma düzeni kurmak gerekmektedir. Devletin rolü ne olacak, cemaatlerin rolü ne olacak, nasıl toplumsal şeffaflık sağlanacak, toplumsal sorunların çözümünde nasıl ortak çalışılacak? Tıpkı yerleşik diğer dinî kesimlerle olduğu gibi, din-devlet ayrımı İslami bağlamda nasıl somut olarak oluşturulacak. Müslümanları nasıl ve kim temsil edecek? Hangi alanlarda bu temsil bir kurumsal ve temsile dönüşecek? Müslümanlar kendilerini nasıl temsil ettirecekler? Sünni, Şii, mezhebi, etnik, politik ve kültürel farklılıklarını aşıp, kendilerini pragmatik bir düzende sağlayabilecekler mi? Birinci neslin göçmenler olarak kurdukları İslami kuruluşlar ne olacak? Onlar kabuklarından nasıl çıkacaklar? Göçmen olarak buralara beraberlerinde getirdikleri dinî kimlikleri, gelmekte olan yeni nesiller içinde anlamlı bir kaynak nasıl olacak? Bu mümkün mü?
Gelecek dönemlerde bu hususları tartışıyor olacağız gibi. Sonucu İslami kesimin tercih ve tutumları belirleyecek.
Raşit Bal