Böyle bir başlığın altında yazacaklarımın, bizim dünyamıza ait olmayan çağrışımlara sebebiyet verecek bir başlığa uygun görmemizin bir sebebi var. Tek bir sebebi. Yaşadığımız bu çağda sahnenin, dekorun ve olan bitenin bizim dünyamızla bir alakasının olmaması. ‘Bizim dünyamız’ dediğime göre birden fazla dünyanın olduğunu kabul etmiş oluyorum. Gerçekten birden fazla dünya mı var? Mesela ‘dünya’ ve ‘ahiret’ derken kast edilen iki ayrı dünya mıdır? Veya “sanat dünyası, siyaset dünyası, spor dünyası vb.” derken insanlar hakikati mi maskeliyorlar? Acele edip, “bunda anlaşılmayacak ne var?” diyebilirsiniz. Ama bence acele etmeyin.

Acele etmeyelim, çünkü bize tayin edilmiş yeri ıskalayabiliriz. Iskalarsak, boşluğa değil başka bir yere düşmüş oluruz. Düşmek iyi bir şey değildir. “Düşük” kelimesi, alçak kelimesi ile karşılanabilir. Biz bu dünyaya / alçak olan yere geldik, geldik ama yükselmek için… Allah’a doğru yükselmek için. Seyr-i ilellah… Seyr var, temaşa anlamında. Yolda olan, yolunu bilen, gideceği yeri bilen kişi seyr/edebilir. Yoksa şaşkın bir hâlde dolanır durur. Cahil kelimesi ‘çölde yolunu kaybetmek’ anlamına geliyor. İlim ise âlem/işaret anlamıyla yürüyeceğimiz yolu temin ediyor. Kim şaşkın olduğunu kabul eder ki? Herkes biliyor. Bilmek maske olabilir bazen.

Bu çağda ‘bazen’ kelimesi eksik kalıyor. Çünkü bilgi kullanışlı maskeler temin ediliyor bu çağda. “Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız!” diye bir cümle zihnimizde hâlâ diridir. Güneşi görememek veya bilerek görmemek. “Uyku numarası yapanları uyandırmak zor” diyorlar. Konforlu alan temin ettiği için bilgi rağbet görüyor şimdi. Konfor cazibeli bir alan. Sarhoşluk dersek eksik söylemiş olmayız.

Bilgi hakkında söylediklerime hemen kızmayın. Kastım nedir? ‘Amentü billâh/ Ben Allah’a iman ettim’ diyerek bir yola girdiğine inanan insanlar olarak bizler, bunun bir bilgi mi veya bir inanç mı olduğuna karar vermemiz gerekir. Yani iman ettiğimde bir bilgiye, ibadet ettiğimde başka bir bilgiye erdiğimin farkında mıyım? ‘Ben’ kim bu/ara/da? Birey mi, fert mi? ‘Allah’a’ dediğimizde Allah hakkında bilgimiz nedir? “Bana inandığın Allah’ı anlatır mısın” diyen bir kimseye, aynı kelimeleri kullanmadan kaç cümle kurabiliriz? ‘İman etmek’ ikrar edildikten sonra biten bir şey mi yoksa devam eden ve bilgi kaynağı olan, dinamik bir süreç mi?

Şimdi tekrar edelim, ‘Ben Allah’a iman ettim’ diyorsak, yukarıda ki soruların/sorunların bize ulaşmasını veya görmemizi engelleyen maskeleri fark edecek miyiz? ‘Odadaki fili’ diye bir deyim varmış, yeni öğrendim. Hem de İngilizcede.

Maskeli işlerin insanı tedirgin eden bir yönü var bir de. Yaratılan her ne var ise, biz nüfuz edelim veya etmeyelim bunun bir hikmete binaen var edildiğine dair bir kabulümüz var.

Maskesi olmayan, fıtrat üzere yaratılan varlığın bizim elimizle maskelendiğini ve bunun ikna edici olması için insan eliyle kavramlar/ideolojiler/izm’ler icat edildiğini söyleyebiliriz. Bu dünyaya gönderilmek suretiyle var olan insanın bu icatları, arada bir iletişimi veya hikmeti tesis etmek yerine, daha çok gizemli bir ortam/yapı oluşturuyor.

Efendimiz’in (AS), tebliğinin ilk döneminde mücadele ettiği konu ‘sihir’di. Çünkü sihir, konuşulacak, paylaşılacak ve denetlenebilecek bir konu değildir. Efendimiz’in (as) oğlu vefat ettiğinde güneş tutulması olmuştu. İnsanların güneş tutulmasını oğlunun vefatı üzerine gerçekleştiğine dair sözlerine Efendimiz’in (AS), “Ey insanlar! Biliniz ki, güneş ve ay; Allah’ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere gidiniz. Onlar açılıncaya kadar da Allah’a duâ ediniz, namaz kılınız!” diye ihtarda bulunduğunu biliyoruz. Bu olay çok öğreticidir. Gizemli bir olayın kabulüyle varlığa karşı, insanın maskelenmesi bu ihtarla engelleniyor. Çünkü bunun aksi, gizemli bir alanı, o alanı kontrol eden seçkinlerini, seçkinlerin sömürdüğü en alttakileri (insanımsı varlıklar!), daha ilerisi meratib’ul-vücud’u bozan bir yapıya sebebiyet verebilirdi.

Bu/ara/da bizi istikamet üzere tutacak, maskelerden kurtaracak kavramın ‘Mârifetullah’ olduğunu düşünüyorum. Bu kavram ilk duyulduğunda zihnimize tasavvuf, tasavvuf telaffuz edildiğinde sadece tarikat kurumu, tarikat telaffuz edildiğinde ise tarikatların medyada vülgarize edilen hâli geliyor. Bunun dışarıdan bir maskeleme olduğunu ve buna genelin ikna olduğunu belirtmem gerekiyor. ‘Marifetullah’ kavramının ve onun etrafında şekillenen varlık anlayışının, eşyaya nüfuz edişinin bizi maskeli bu hayattan kurtaracağını söyleyebilirim.

‘Ben Allah’a iman ettim’ derken, orada ki ‘Ben’ ferdiyet kavramını gündemimize getirmesi gerekir. ‘Allah’a’ derken, Allah bize kendisini nasıl tanıttıysa o şekilde bilmeyi ve varlığın içinde kendi konumumuzu tanımamızı işaret ettiğini, ‘iman ettim’ derken ise, iman etmenin olmuş bitmiş bir olay olmadığını, Elmalı’lı merhumun ifade ettiği üzere, devam eden bir süreç olduğunu, ‘yakin’ gelene kadar yakaza hâlinde devam etmesi gerektiğini daha iyi görebileceğiz.

Buraya kadar bir şeyler anlatmaya çalıştım. Üzerinde daha çok tefekkür edilmesi gereken bir konu. Modern hayatın bir sahne kurduğunu, bu sahnenin dekorunu kendine göre dizayn ettiğini ve bu sahnede oynanan oyuna alacağı seyircilere maskeyi mecbur tuttuğunu artık daha belirgin bir şekilde görebiliyoruz. Bu/ara/da olduğumuza göre, “Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeye geldim” diyen Yunus Emre’nin (k.s) bizi maskelerden ve bu sahneden kurtaracağına inanıyorum.

Nasıl? İşte ipin koptuğu yer burası. ‘Nasıl’ın cevabı bende yok. “Yunus bir söz söylemiş, hiç bir söze benzemez / Münafıklar elinden, örttü mânâ yüzünü.” diyerek ‘Nasıl’ın cevabını aramaya koyulalım.          Behçet Ali Şeker          —◄◄