Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı: Virüs ve Terör
Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı
“Buna rağmen virüsün bize bir mesajı var. Bu mesaj terörden çıkartabileceğimiz dersten farklı değil. Mesaj şu: Küreselleşmeye hâkim olamayız. Küreselleşme çok sayıda kayba yol açıyor, insanlar arasında da, çevrede ve doğada da. Virüsün ve terörün bize iletmek istediği mesaj, küreselleşmeyi daha farklı, daha iyi, daha mülayim hâle getirmemiz yönünde. Daha nazik ve diyalog hâlinde; aksi takdirde hepimizi bir çırpıda yutacak.”
Yeni bir çağın başlangıcına işaret eden koronavirüsün etkileri 11 Eylül olayının etkileriyle benzerlik gösteriyor. Bu iki olay arasındaki bağlantılar, altlarında yatan ortak sebep ve süreklilikler ve her iki hadiseden çıkarılacak sonuçlara dair verilecek cevaplar yeni ve farklı bir siyaset için geliştirilecek güçlü tezler için belirleyici olacaktır.
Bu yıl Mart başında korona krizi artık göz ardı edilemeyecek bir hal almaya başladığında, İstanbul’da yeni kitabım üzerine çalışıyordum. Kitabın konusu, New York ve Washington’da gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları, 21. yüzyılın vahşi başlangıcıydı. Savunduğum tez ise o dönemin günümüze dek süren üzerimizdeki etkileri, Bin Ladin ve teröristlerin çoğunun hedefine ulaşmış olmasıydı: Batı toplumlarının bölünmesi ve radikalleşmesi, milliyetçiliğin ve otoriter güvenlik politikalarının nüksetmesi, Yakındoğu’nun istikrarsızlaştırılması. Şubat 2020 sonlarında, ABD Taliban’la Afganistan’dan çekilmek üzere anlaşmaya varmıştı. Amerikan tarihinin en uzun süren savaşı, terörün geçmişteki hamilerinin yenilememiş olduğunun itiraf edilmesiyle son bulmuştu.
Ancak bu haber o günlerde bile artık kimsenin ilgisini çekmiyordu. Koronavirüs yeni bir çağın başlangıcına işaret ediyor ve geçmişin izlerini zihinlerimizden siliyordu. Birden İslam uzmanlarının yerine virologlar revaçtaydı. Kitabımda yeni ve sağdan gelen terörizme açıklamalar arayacak, küresel eşitsizliği, mülteci akınlarını ve iklim değişikliği karşısındaki kayıtsızlığımızı irdeleyecektim. Gel gör ki, kendime yeni bir iş bulmak zorundaydım.
Koronavirüsün 11 Eylül’le İlişkisi Ne?
Yoksa değil miydim? İçinde bulunduğumuz yeni durumu tarihsel bağlamda açıklayabilmek adına dikkat çekici sayıda gözlemci özellikle ABD’de, 11 Eylül olaylarıyla kıyaslamalarda bulunuyordu; ki bu da anlaşılır bir şeydi. İkisinin de doğrudan etkileri birbirine benziyordu: Hava trafiğindeki belirgin azalma, sınırların kapatılması, tüm dünyaya yayılan şok hali, piyasaların şiddetli tepkisi, kamusal hayatın kısıtlanması, genel bir belirsizlik ve güvensizlik duygusu, tarihsel bir dönüm noktasına, bir milada şahitlik etme izlenimi. Korona krizinin sonuçları daha derin olacağa benzese de, 11 Eylül’ün etkilerinin de çoğumuzun bildiklerinin ötesine geçtiğini unutmamak gerek.
Öyleyse, bu iki olayın daha derin bağlantılarının olup olmadığını, ikisinin de altında ortak sebep ve sürekliliklerin yatıp yatmadığını, yani iki olayın gerisinde uzun dönem bir tarihsel yapı, bir “longue durée“ tespit edip edemeyeceğimizi irdelememiz gerekiyor. İki hadiseden hangi sonuçları çıkarabilir, neler öğrenebiliriz? Bu soruya vereceğimiz cevap yeni ve farklı bir siyaset için geliştireceğimiz güçlü tezler için belirleyici olacaktır.
Son olarak kendimize şunu da sormamız gerekiyor: Virüs krizine verdiğimiz tepki, son yirmi yılda, terör çağının etkileri altında geliştirdiğimiz kalıplar tarafından ne denli belirleniyor? Belirlenmemesi fevkalade tuhaf olurdu. Peki, bu kalıplar küresel bir pandemiye verilebilecek cevap niteliği taşıyor mu?
Bu aralar adından sıkça söz ettiren İtalyan düşünür Giorgio Agamben, kriz başlar başlamaz 11 Eylül ile korona krizi arasındaki pek telaffuz edilmeyen bağlantının kapsamıyla ilgili şaşırtıcı bir örnek veriyor. Agamben, İtalya’nın komünist günlük gazetesi “Il Manifesto”da yayınladığı bir makalede Batı hükümetlerini olağanüstü hâl ilan etmeleri sebebiyle eleştiriyor. Makalede, hükûmetleri başvurdukları bu yol ile kendilerini sıradışı yetkilerle donatmakla itham ediyor: “Terörizmin sebep olma işlevini tüketmesiyle, bir epideminin icadı bu olağanüstü hâli sınırsız bir şekilde genişletmek için mükemmel bir mazeret teşkil ediyor. “[1] Agamben, koronavirüsü “normal bir grip” olarak nitelendiriyor.
İfade edilen bu görüş, aklıselim insanların da virüs krizine verdikleri tepkinin ne denli terör çağı tarafından belirlendiğini gösteriyor: Temel hakları devre dışı bırakmak ve buna izin veren bir olağanüstü hâl biçimi yaratmak için gerçekten de işlevselleştirilen terör saldırılarında olduğu gibi, koronaya bağlı olağanüstü hâlin de farklı bir amaç gütmediği iddia ediliyor. Bu durum bize, farklı tarihsel dönemlerin endişelerini birebir olarak güncel gelişmelere yansıtmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Böylelikle, içinde bulunduğumuz durumu tamamen yanlış değerlendirip çok sayıda insanın hayatını tehlikeye atıyor olabiliriz.
Agamben’in değerlendirmesinin muhtemel yanlışlığını bir yana bırakalım – o yanlışı yapanın, yani miladını doldurmuş yorum kalıplarının tuzağına düşenin yalnızca kendisi olma ihtimali çok düşük; hele ki Agamben’in görüşünün temelde haklı bir endişeyi ifade ettiğini göz önünde bulundurursak: İçinde bulunduğumuz durumun muktedirler ve devletler tarafından yanıltıcı siyasal kalıplardan istifade ederek –Macaristan’da olduğu gibi- temel hakları sürekli olarak kısıtlamak için kullanılması endişesini.
Koronavirüsle Mücadele ve Veri Bağışı
Somut bir tehlikeyi, örneğin 11 Eylül’den bu yana eksik kalan dijital verilerin korunması meselesinde tespit edebiliriz. Şimdilerde ise gönüllü olarak daha da tehlike altına sokuluyor. Bu amaçla kullanılan yeni bir sihirli kavram icat edildi. Bu kavram “Veri Bağışı”. Verilerinizi hayır için bağışlıyorsunuz. Peki, bu bağış acaba ne kadar gönüllülüğünü koruyacak? Bağışta bulunmayanlar yakında dayanışma göstermemekle itham edilebilirler. Böylece gönüllülük, içinde bulunduğumuz tehlike mazeret gösterilerek ortadan kaldırılıp yerini kurallara bırakma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Elbette ki toplanan verilerin virüsle mücadele için gerekli olandan fazla ve farklı bilgiler içermesi de mümkün olabilir. İsrail şimdiden istihbarat teşkilatlarının terörle mücadele kapsamında edindikleri bilgileri koronavirüs mücadelesinde hasta bireylerin temas ettiği kişileri araştırmak için kullanmaya başladı.
Bunun iyi bir şey olduğu da düşünülebilir. Ancak farz edelim ki dün tesadüfen yanlış birinin, yani virüsü taşıyan bir kişinin yanından geçtiniz. Ertesi gün birden bire istihbarat teşkilatından bir SMS geliyor ve bize derhal kendimizi iki haftalığına karantinaya almamız emrediliyor. Virüsü taşıyıp taşımadığımızın bilinmemesine, teste tabi tutulmuş olmamamıza rağmen itaat etmememiz hâlinde yüksek bir para cezasıyla tehdit ediliyoruz.
Aynı zamanda cep telefonumuzu sürekli yanımızda taşımaya, hiçbir zaman kapatmamaya zorlanıyoruz. Böylece her zaman nerede bulunduğumuz tespit edilebiliyor. Kurala uyup uymadığımızı denetleyebilmek adına, zaman zaman yanıtlamamız gereken mesajlar alıyoruz. Cep telefonumuzu başkasına verip gizlice evden çıkma imkânımız da yok, lakin uygulama sadece parmak izlerimiz, yüzümüzün tanınması veya gözlerimizin taranmasıyla çalışıyor. Düne kadar özgürlüğümüzün ve bağımsızlığımızın aracı olan cep telefonu böylelikle cebimizde taşıdığımız bir kelepçeye dönüşüyor. Çin’de bu tür uygulamalar hayata geçmeye başladı. Karantina kurallarına riayet etmeyenler mesaj yoluyla uyarılıyorlar.
Toplumsal Denetimin Sağlık Üzerinden Yapılması
Bu gelişmelere baktığımızda şaşırtan, ikirciklendiren şey, düne kadar hayatımız ekonomi ve eğlence tarafından belirlenip sağlık sisteminden olabildiğince tasarruf edilirken, birden bire sağlığın her şeyin üstünde tutulur olması. Bu durum şu anda uygulanan tedbirlerin sebebinin gerçekten sağlık endişesi olup olmadığı sorusunu akla getiriyor.
Ben öyle olduğunu düşünüyorum. Virüsün kontrolsüz bir şekilde yayılıp sağlık sistemini çökertmesi engellenmeye çalışılıyor. Ancak ciddiye alınması gereken sağlık endişesinin yanı sıra siyasetin ve toplumun karşı karşıya kaldığı başka bir gündem, zorlayıcı bir görev var.
Toplumsal denetim tartışmalarının sağlık alanı üzerinden yürütüldüğü bir dönem yaşıyoruz. Her şey yolunda gittiğinde sormadığımız sorular, yürütmediğimiz tartışmalar bunlar: Toplum nasıl bir arada tutulur ve yönetilir, anarşinin egemen olmasını, bir diktatörün yönetimi ele geçirmesini, sokaklarda askerlerin dolaşmasını engelleyecek asgari şartlar nelerdir? Geçmiş yıllarda bu tartışmalar başka, o dönemde önemli addedilen, sistemin temel taşları olarak değerlendirilen alanlar üzerinden yürütüldü: 2008’de çok sayıda banka iflasın eşiğindeyken ekonomi alanında, 2001’in eylül ayını takip eden terörizmin etkisi altındaki yıllarda ise güvenlik alanında.
Mahrem Bilgilerle Düzeni Sağlayan Gücün Elele Vermesi
Toplumsal sistemimizi pandemiye karşı koruma çabalarına baktığımızda, aynı zamanda birbirinin rakibi de olan iki aktörün öne çıktığını görebiliriz. Bu aktörler bir yandan farklı ulus devletler, diğer yandan ise Google, Apple, Amazon, Instagram, Facebook gibi küresel ölçekte hareket eden internet şirketleri. İnsanları dolaysız olarak idare edebilmek için gerekli olan kişisel bilgilere, yani hareket verilerine, kişisel ilgi alanlarıyla ilgili bilgilere, insanlararası iletişim verilerine ve benzerlerine sadece bu şirketler sahipler. Devlet ise düzenleyici otorite olarak polis gücünü elinde tutuyor.
Ancak ikisi birleştiğinde, yani mahrem bilgilerle, düzeni sağlayabilen güç el ele verdiğinde, toplumu bir pandemi esnasında sağlığını güvenilir bir şekilde koruyabilecek derecede yönetebilmek mümkün oluyor. Terörle mücadele amacıyla –veya yalnızca halkı kontrol altında tutabilmek için- elbette ki çok sayıda devlet öncesinde de internet şirketlerinden ve takip edilenlerden habersiz olarak internet trafiğini gizlice denetliyordu. Peki şimdiki durumla arasındaki fark nedir o hâlde? Fark, denetlemenin vatandaşların bilgisi dahilinde, resmen ve yasal olarak yapılıyor olması. Bu küçümsenecek bir şey değil, aksine çok önemli bir farklılık. Çünkü ancak takip edildiğimizi, denetlendiğimizi bildiğimizde davranışlarımız etkileniyor, ancak o zaman davranışlarımızı otorite veya devlet tarafından arzulandığı şekilde değiştiriyoruz. Ancak o zaman denetlenmekle kalmayıp gerçekten etkilenip yönlendiriliyoruz.
Bu durumun tehlikeler barındırabileceğini, suiistimal edilebileceğini zannedersem hatırlatmaya gerek yok. Ancak her halükârda tehlikeli olması gerekmiyor. Günümüzde bu denetleme, takip ve yönetim şekli gerçekten pandeminin yayılma tehlikesini azaltma amacını taşıyor. Mevzubahis denetleme şekli ancak otoriter ve demokratik olmayan hükûmetler tarafından uygulandığında gerçek bir tehlikeye dönüşüyor, özellikle de bu hükûmetler Çin’de, Rusya’da, İran’da ve çok sayıda başka ülkede olduğu gibi seçimle görevden alınamayan hükûmetler olduğu takdirde.
Bu tür sistemlerde, uygulamalarla sağlık takipleri yapmak yerine aynı teknolojiyi kullanarak her türlü hareket denetlenebilir. Takip uygulamaları yardımıyla despot rejimler böylece herhangi bir insanı evde kalmaya veya belli bir bölgenin dışına çıkmamaya mecbur kılabilir; bunu yapmak için hapishanelere bile ihtiyaç duymadan. Şiddet uygulamaya da gerek kalmaz, en azından insanlar kurallara uyduğu sürece. Eve kapatılmayı hapishanede tutulmaya tercih etmeyecek insan sayısı da muhtemelen epey azdır.
Biyolojik Virüs ve Siyasi Virüs
Demek ki bizleri, dünyanın dört bir tarafındaki insanları iki büyük mesele, birbiriyle bağdaşmayan iki eş zamanlı görev bekliyor: Bir yandan gerçek biyolojik virüsü elimizden geldiğince zapt etmemiz gerekiyor –özellikle de otoriter bir siyaseti hayata geçirme mazereti olarak değerlendirildiği anlarda. Ancak aynı zamanda kendimizi denetim toplumu virüsüne karşı da savunmamız gerekiyor, biyolojik virüsün peşinden ve onun dümen suyunda her yere yayılan, çok sayıda insan tarafından görülmeyen, hatta bazılarınca sevinçle karşılanan o siyasi virüse karşı mücadele vermemiz gerekiyor. Virüsü doğal yollardan, yani akılcı, dikkatli, özenli davranarak ne kadar hızlı kontrol altına alabilirsek, teknoloji ve denetimin bu görevi üstlenme tehlikesi o kadar azalır. Bu tehlikenin azalmasıyla birlikte hükûmetlerin krizi ve virüsü özgürlüğümüzü kısıtlamak ve yeni denetim teknikleri denemek için mazeret olarak kullanma ihtimali de düşer.
Çünkü dilimizden düşmeyen özgürlüğümüz, bireyselliğimiz, genelinde “bizim” olarak adlandıracağımız yaşam tarzımız, tüm bu güzel şeyler şüphesiz sistemin temel taşlarını, vazgeçilmezlerini oluşturmuyor ve de buna şaşmamak gerekiyor: Bu kavramlar tanımları ve öz algıları itibariyle denetimin, güvenliğin, toplum yönetiminin zıttı kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzdeki krizde siyaset ve devlet temel denetim ve güvenlik işlevlerine indirgenmiş durumda. Çoğu insanın yaşadığı esas şok, birden bire bu işlevlerin ötesine geçen her şeyin aslında önemsiz kalmasını, bir oyun olmasını, güzel sözlerden fazlası olamamasını idrak etmesinden ibaret.
Bir Prizma Olarak Virüs ve Terör
Bunu herhalde garip bir şekilde, en çok normal şartlarda toplumsal dikkatin ve sembolik ehemmiyetin merkezindeki spor ve kültür alanlarında görebildik. İlk olarak onların işlevlerini yerine getirmelerine izin verilmedi. En kolay onlar kısıtlandı, durduruldu ve muhtemelen hiçbir zaman geçmişteki göz alıcı parlaklıklarına yeniden kavuşamayacaklar. Şu anda kendimize şu soruları soruyoruz: Esasen ne kadar spora ihtiyacımız var? Konserlere, sinemaya ve müzelere gidemememiz ne anlama geliyor? Yazarların okumalarını dinlememek, tartışmalara dahil olmamak, tiyatroya gitmemek bizden ne eksiltiyor? Peki ya eğer kültür ve sanat olmadan da yaşayabildiğimizi anlarsak, ileride bu alanlara sağlanan kamu desteğinin azaltılması çok kolaylaşmış olmaz mı? Peki onlar olmadan da yaşayabilir miyiz gerçekten?
Virüsü ve terörü bir prizma olarak görebiliriz. Toplumlarımızı tayflarının temel renklerine ayırıp bize kim olduğumuzu, hangi unsurlardan oluştuğumuzu, güzel fakat yanıltıcı kullanıcı arayüzlerimizin altındaki donanımın gerçekte nasıl çalıştığını ve de güzel sözlerle hayaller zamanı sona erdiğinde hangi önceliklere sahip olduğumuzu gösteriyorlar. Bizler ise bu ışık ve renk tahlilini seyre dalıp başımızı kaşıyoruz ve de kendimize yarın nerede uyanacağımızı soruyoruz.
Dipnot
[1] https://ilmanifesto.it/lo-stato-deccezione-provocato-da-unemergenza-immotivata/
(11 Eylül ile koronavirüs krizinin bağlantıları hakkındaki yazımıza devam edelim.)
Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı: Savaşın Dili
Stefan Weidner, 11 Eylül ile koronavirüs krizi arasındaki benzerliklere işaret ediyor: “Tedbiren toplu hâlde mahpusluk yaşıyoruz, bize potansiyel tehlike gibi davranılıyor. Bu kez ‘İslamist’ değil ‘virolojik’ bir tehlikeyiz.”
Korona kriziyle 2001’de ABD’deki terör saldırılarını takip eden süreç arasında dikkat çekici bir benzerlik, kullanılan dilde, tercih edilen belagatta mevcut. İçinde bulunduğumuz durumun ehemmiyetini vurgulamak için savaş dili tercih ediliyor. Nasıl o zaman teröristleri yenmemiz gerektiyse, bugün de aynı şekilde virüse karşı galip gelinmesi gerekiyor. Çok sayıda başkentte, ABD haricinde de, “Savaştayız” denildi. New York Belediye Başkanı Bill de Blasio attığı bir tweette, içinde bulunduğumuz savaşın “silahlarını” solunum cihazlarının oluşturduğunu ifade etti. Solunum cihazlarıyla silahları eşitleyen denklem, ikisinin arasındaki can alıcı farkı göz ardı ediyor; solunum cihazları hayat kurtarırken silahlar hayatları sonlandırıyor.
Bu denklem sadece silahları masumlaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda derin bir suskunluğu, büyük bir ifade yoksunluğunu kanıtlar nitelikte. Mevzubahis ifade yoksunluğunun altında yatan şey ise fikir yoksunluğu, seçenek eksikliği. Aynı fikir yoksunluğu teröre verilen çaresiz cevapların da altında yatıyordu: Anlaşılan o ki, akıllara asker ve polis eliyle üretilen çözümlerden başka bir şey gelmemişti. Bu da Afganistan ve Irak’ta büyük yıkımları, sonunda da yenilgileri beraberinde getiren savaşlara yol açmıştı.
Bugün de hükümetlerin koronavirüse karşı verilen savaştan bahsetmesi, onların savaş tedbirleri almalarına imkân tanıyor. Bunun benzerini 19 yıl önce “teröre karşı verilen savaş” esnasında kapsamlı gözetim ve denetim faaliyetleriyle ve de temel hakların kısıtlanmasıyla yaşamıştık. O günlerde alınan tedbirler az sayıda insanı etkiliyordu (örneğin bazı işkence tekniklerinin kullanımı yasallaştırıldığında); bugün ise herkesi etkiliyor. Savaşın dili kullanılmadan, evlerimizin “kendin pişir kendin ye” hapishane hücrelerine, cep telefonlarımızın ise elektronik kelepçelere dönüşmesini, öte yandan hapishanelerden çok sayıda mahkumun enfeksiyon riski sebebiyle tahliye edilmesini kabul etmemiz pek mümkün olmazdı herhalde. Tersine dünya!
Elbette ki tüm bunlar iyi bir amaca hizmet ediyor ve hayat kurtarmak için yapılıyor. Ancak bu tür kriz durumlarında her daim böyle olmuyor mu? Amerikan hükûmeti de “ağırlaştırılmış sorgulama yöntemlerini” sadece hayat kurtarmak ve yeni terör saldırılarını engellemek için kullandığını söylüyordu. Benzerlikler endişelendirici olsalar da, önemli farklılıkların altını çizmemek de doğru olmaz: Kuvvetle muhtemel uygulanan işkenceler ne hayat kurtardı ne de herhangi bir terör saldırısını engelledi. Kuvvetle muhtemel evlerde uygulanan karantina hayat kurtarıyor.
Virüs ve Terör: Elle Tutulamaz ve Her Yerde
Belki de savaş dilinin günümüzde gerçek bir savaşın habercisi olmaktan ziyade, mecazi olarak kullanıldığını ve içinde bulunulan durumun ivediliğini vurgulamakta yardımcı olduğunu söylemek mümkün. Ancak unutmamak lazım ki, “teröre karşı savaş” kavramı da baslangıçta yalnızca bir mecazdı. Mecazlar kendi dinamiklerini beraberinde getirir. Kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibidirler: Kelimelerden oluşan bir tasvir birden bire gerçekliğe dönüşür. Virüse karşı verilen savaş da böyle bir dinamiğin tehlikesini barındırıyor ve mecazın kendi kendini gerçekleştirme ihtimalini içeriyor.
Bu tehlikenin oluşmasındaki sebeplerden biri de, virüsün tıpkı 11 Eylül sonrası terörde olduğu gibi görünmez, elle tutulamaz ve her yerde olmasında saklı. O dönemde bu tehlikenin simgesi “uyuyan terörist” idi; dikkat çekmeden aramızda yaşayan ama her an beklenmedik bir şekilde saldırabilecek biri. Bu simge genellikle Müslümanlarla bağdaştırıldığı için “uyuyan terörist” kavramı Müslüman karşıtı ırkçılığı tetikledi. 2001 ile 2020 yılları arasında bu temeller üzerine küresel çapta faaliyet gösteren sağ kökenli beyaz bir terörizm inşa edildi. Bu gelişme Almanya’da korona krizinin başlamasından hemen önce Hanau katliamı ile üzücü bir şekilde doruk noktasına ulaştı. Öyle gözüküyor ki, terör de sadece Müslümanların sorunu değildi. Tıpkı sadece Çinlilerin sorunu olmayan virüs gibi bulaşıcıydı o da.
11 Eylül’ün Ardından Başka Bir Tehlikeyi Yayan “Biz”
Virüs ve terör benzer şekilde bulaşıcılar; fakat aralarında ilginç bir fark var: Terör tehlikesi uzun bir süre “öteki” olandan, “yabancı”dan kaynaklanan, hiçbir zaman “biz”den (kimse o artık), “ben”den kaynaklanmayan bir tehlike olarak algılandı; çünkü kendimizi tanıdığımızı düşünüyoruz, öyle bir suç işlemeyeceğimiz konusunda kendimize güveniyoruz. Ancak gerçek virüs hepimizi, yani “biz”i de irademiz, kontrolümüz ve bilgimiz dışında tehlikeyi taşıyana, yayana çevirebiliyor.
Şu anki durumda hepimiz olası “uyuyan teröristleriz”, virüs terörüne karşı sürdürülen savaşın hedef tahtasında olan tehdit unsurlarıyız. Psikanalizin mucidi Sigmund Freud’un “Ben” ile ilgili söylediği hepimiz için geçerli: Kendi evinin iktidarı onda değil. Narsistik ve megaloman karakterler bunu kabullenmekte özellikle zorlanıyorlar. Kendilerinin “uyuyan terörist” olabileceklerine, başkalarına virüs, hatta megalomanlık ve narsizm bulaştırabileceklerine inanmak istemiyorlar. Böyle insanlar liderlik üstlendiklerinde içlerinde bulundukları toplumlar için terörizm kadar büyük bir tehlike oluşturuyorlar. ABD’de Trump, İngiltere’de Johnson, Brezilya’da Bolsonaro gibi siyasetçiler bunu bize her hafta yeniden gösteriyorlar.
İşin doğası, sadece özgüvenli siyasetçilerin değil, halk arasında insanların da kendilerini suçsuz ve tehlikesiz görmeleri sebebiyle virüs taşıyıcı olarak zan altında bırakılmaya, böylelikle rencide edilmeye karşı kendilerini savunma ihtiyacı geliştirdiklerini gösteriyor. Bu da 11 Eylül sonrası süreçle dikkat çekici bir paralellik doğuruyor: Terör saldırılarından sonra Müslümanların fark gözetilmeden sempatizan, destekçi veya “uyuyan terörist” olmakla zan altında bırakılmasının doğurduğu duyguya benziyor. Bugün ise hepimiz fark gözetilmeksizin zan altında bırakılan Müslümanların durumundayız ve tehlikesiz olduğumuza, “normal” olduğumuza dikkat çekmek istiyoruz. Öte yandan bizden şüphe duyuluyor, tedbiren toplu hâlde mahpusluk yaşıyoruz, bize potansiyel tehlike gibi davranılıyor; “islamist” değil “virolojik” bir tehlikeyiz. Hepimiz için ilginç bir deneyim.
Virüs Gerçekten Yenilebilir Mi?
Dönüp geriye baktığımızda, terör çağı, virüsü yakında yenmiş olacağımız inancının ihmalkarlık olacağını öğretiyor. Şimdiden birden fazla dalgayla karşı karşıya kalabileceğimizi görmek mümkün. Zaman zaman farklı yerlerde orman yangınlarına benzercesine virüs ateşleriyle karşılaşabiliriz. Önümüzdeki yıl bir aşı bulunmuş olsa bile kendimizi fazla güvende hissetmemeliyiz. 2002’de Taliban yenilmiş gibi duruyordu. Geri geldiler, yeniden güçlendiler ve Amerikalıları barış görüşmeleri için masaya oturmaya zorladılar. Bin Ladin öldürüldü, Bin Ladin’in terör örgütü El-Kaide önemsiz hâle geldi. Yerine daha zalim, daha vahşi hareket eden IŞİD isimli terör örgütü ortaya çıktı. Sonunda da terör Batı’yla İslam arasındaki varsayılan kültürel sınırı aştı, tıpkı virüsün insanla hayvan arasındaki biyolojik sınırı aştığı gibi.
Sonradan Müslüman teröristler tarafından devralınan modern terörün kökleri elbette ki 19. yüzyıl Avrupa’sına dayanıyor. Terörün bu modern şeklinin mucitleri, meselelerini gündeme taşımak ve egemen düzenin kırılganlığını göstermek isteyen milli kurtuluşçu ve anarşist hareketlerdi. Bu hareketler ise sömürgeciliğe karşı direniş hareketleri için ilham kaynağı oldu; örneğin Fransızlara karşı mücadele eden Cezayirli kurtuluş hareketi FLN, Filistin’deki İngiliz Mandası döneminde Yahudi Hagana örgütü, sonrasında İsrail’e karşı Filistinlilerin mücadelesi ve benzerlerinde olduğu gibi. Akabinde virüs tekrardan ithal edildi, yani terör yeniden Batılı hareketlere bulaştı, daha doğrusu ilham verdi. Beyazların üstünlüğünü savunan White Supremacy hareketi gibi hareketler aynı 2020’de Hanau’da veya 2011’de Utoya’daki suikastçıların bulanık bildirgelerinde açıklamaya çalıştıkları gibi, “korumacı”, “savunmacı” bir terörle toplumlarını sözde yabancı unsurlara veya despot hükümetlere karşı korumak zorunda olduklarına inanıyorlar.
Virüsle Birlikte Geleceğe Bakmak
Güncel duruma uyarladığımızda ortaya çıkan tablo şu: Başka virüsler de gelecek ve koronavirüs de birkaç dalga hâlinde boy gösterecek. Belki de mutasyona uğrayacak ve aşılara yanıt vermeyecek ve de farklı noktalarda yerel düzeyde yeniden harlanacak, böylelikle kısa süre önce alınan tedbirler süreklilik kazanacak.
11 Eylül sonrasında nasıl sürekli terör tehlikesi gündemimize oturduysa, aralıksız olarak (anlamlı veya anlamsız olmasına bakılmaksızın) tedbirler alarak itinalı olduğumuzu gösterip, igili olduğumuzun, elimizden bir şeyler geldiğinin sinyallerini verdiysek, korona krizini müteakiben de toplumlarımızın viral kırılganlığı gündemimizde kalmaya devam edecek. Bazı siyasetçiler virüs fırsatından istifade ederek popülist gösterilerle eylemciliklerini kanıtlayacaklar (örneğin sınırları kapatarak, göçü durdurarak, çok sıkı sokağa çıkma yasakları uygulayarak). Bazı siyasetçiler ise geleceklerini korona tedbirlerine karşı özgürlük propagandası yapıp normale dönüş için çabalayarak inşa edecek, durumun anlatıldığı kadar vahim olmadığını söyleyecekler.
İki eğilimi de şimdiden gözlemlemek mümkün. Bazı durumlarda mevzubahis iki birbiriyle bağdaşmayan siyasal yanıt tek bir siyasetçide de birleşebilecek. Bunu şu aralar Trump’ta gözlemleyebiliyor gibiyiz. Trump, popülizmin bu iki farklı şeklini de kullanmaya çalışıyor; hem sağlık popülizmi hem açılım ve normalleşme popülizmini (“opening up America”) söylemlerine dahil ediyor. Buradaki ortak payda ise bir yandan Trump’ın kendisi, diğer yandan popülizm olgusu olarak görülebilir. Malum, popülizm, söylemlerinin çelişkisiz olup olmamasını kendine pek de dert etmez.
“Yeni Kavramlara İhtiyacımız Var”
Bu örnekler terörle virüs arasındaki paralellikleri daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu paralelliklerin altında yatan sebep yalnızca terörle virüsün varlığında değil, aynı zamanda bizim iki meseleyi de ele alma şeklimizde gizli; yani istihbarat teşkilatları, güvenlik politikaları ve kolluk güçleri eliyle, askerî bir belagat, etkili gösteri unsurları ve popülizmle. Bu paralellikleri özellikle demokrasilerde de oluşturan şey, meseleyi akılcı analizlerle ele alıp, sebeplerini anlamaya çalışıp, o sebepleri ciddiye alıp onlardan ders çıkarmaktan ziyade, terörün engellenmesini ve virüsün kontrol altına alınmasını, savaşın, mücadelenin, husumetin belli bir biçimi üzerine inşa edip, böylece duygusal tepkiler ve siyasal atmosferler yaratarak seçmen oyları tedarik etmek. “Teröre karşı savaş”ın başarısızlıkla sonuçlandığını ve feci gelişmelere yol açtığını bugün biliyoruz. Terörden çıkarılabilecek derslere kulak vermemiz, alışılmadık mesajlar ve nahoş siyasal sonuçlarla bile karşılaşsaydık, herhalde daha yararlı olurdu.
Bu tür krizlerin içerdiği mesajları daha iyi anlayabilmek, onlara kulak verip daha akıllı tepkiler verebilmek için salt çatışma, savaş ve husumetten farklı fikirlere, kavramlara ihtiyacımız var. Peki nasıl kavramlar olmalı bunlar? New York Belediye Başkanıyla aynı açmaz içindeyiz: Dilimiz yetersiz kalıyor, seçeneklerimiz eksik. Mücadele, husumet ve savaşın çare olmadığını idrak ettiğimizde, verilecek doğru cevabın savaşın ve çatışmanın tam tersi olduğunu anlayabiliyoruz: İletişim, müzakere, uzlaşma, koordinasyon, dayanışma, empati.
11 Eylül’deki “Savaş” Mecazı Koronavirüs İçin Tutmuyor
Bunu göz önünde bulundurduğumuzda virüse karşı savaş kavramının ne kadar yalnış olduğu anlaşılıyor. Yalnızca vefat sayılarını azaltmayı amaçlayan bir savaş kahramanca verilen bir savaş değildir; merhametten ibarettir, dolayısıyla savaşın tersidir. Kahramanlık içermeyen savaş savaş değildir. Düşman başka bir insan olmadığında suçlanabilecek, nefret edilebilecek, öfkenin merkezine oturtulabilecek şey eksik kalır. Hâlbuki teröristler ve kimileri için de İslam bu bağlamda ne kadar işe yarıyordu. Virüse karşı savaş sadece kelimelerden ve belagattan ibaret, bu sebeple de çaresiz ve güçsüz, âdeta bir “gölge dövüşü” gibi. Halkın bu savaşta verdiği maddesel kayıplar insan kayıplarının sayısını azaltıyor. Öte yandan kurtarılanlar da adsız kalıp soyut bir istatistik verisine dönüşürken, gündelik hayata getirilen kısıtlamalar herkes için çok somut bir hâl alıyor. Bu sebeple mevzubahis meseleyle özdeşleşme çabaları soyut kalıyor ve pek de duygusal etki gösteremiyor. Savaş benzetmeleri ne kadar yoğun olursa olsun, mecaz tutmuyor, toplumda karşılıksız kalıyor.
Virüsü kontrol altına alabilmek için savaş mantığını terk etmemiz gerekiyor. Bir sorunla karşı karşıya kaldığımızda çatışma mantığını terk edip karşı tarafla diyalog kurmamız gerekiyor. Virüsle müzakerede bulunmak terörle müzakerede bulunmaktan bir yandan daha kolay, diğer yandan daha zor. Daha kolay, çünkü bizden nefret eden ve bize saldıran biriyle müzakere etmek kadar rencide etmiyor. Daha zor, çünkü virüs bizimle konuşamıyor, derdini anlatamıyor, bir iradeye dahi sahip değil.
Buna rağmen virüsün bize bir mesajı var. Bu mesaj terörden çıkartabileceğimiz dersten farklı değil. Mesaj şu: Küreselleşmeye hâkim olamayız. Küreselleşme çok sayıda kayba yol açıyor, insanlar arasında da, çevrede ve doğada da. Virüsün ve terörün bize iletmek istediği mesaj, küreselleşmeyi daha farklı, daha iyi, daha mülayim hâle getirmemiz yönünde. Daha nazik ve diyalog hâlinde; aksi takdirde hepimizi bir çırpıda yutacak.
(Stefan Weidner’in “Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı” başlıklı serisinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.)
https://perspektif.eu/2020/10/04/virus-ve-teror-korona-krizinin-11-eylul-ile-baglantisi/
Stefan Weidner 9 Ekim 2020
Fotoğraf: pexels.com