Sizde de oldu mu hiç? İçinizde kulağı sağır eden kalabalık, dilinizde ise sanki insansız dünyaya doğmuşçasına bir sessizlik. Böyle günlerce hiç durmadan konuşacak, hatta bağıracak kadar çok acı birikmiştir içinizde ama hiç birini söylemeye güç bulamazsınız candan hanenizde.. Söyleyecekleriniz tam da dilinizin ucuna gelse de, hiçbiri duygularınıza tercüman olabilecek olgunlukta ve doygunlukta değildir. Hani tıpkı ağaçta bir meyvenin olgunlaşmasını beklemek gibi. Vaktinden evvel koparırsanız, ağzınızda acı bir tattan başka bir iz bulamazsınız; fazla bekletirseniz de dalında çürümeye başlar. Daha da fazlası ağacın kendisine zarar verir. Bir şey vardır içinizde adını koyamadığınız… O adını koyamadığınıza başka bir şey gerektir. Besmelenizi çekip ararsınız. Belki bir söz ya da bir yol. Bazen açıktan, bazense gizli gizli döktüğünüz gözyaşlarınıza en çok benzeyen o cümleleri kurmak için kazarsınız yüreğinizin çile hanesine döktüklerinizi. Öyle bir an gelir ki ne yaparsanız yapın bulamazsınız sizi size anlatacak olanı…
Mesela o bulamadığınız sözcüklerinizin yerini boğazınızda koca bir yumru alır… Dersiniz ki: “Demek ki vakti değil…”
Anlatılması gerekenin bir söz olmadığını anlarsınız. Öyle kolay gelmediğiniz bu deme en çok sükut yakışmıştı çünkü.. Artık sükut hırkasıdır giydiğiniz.. Çok sevinir susarsınız. İncinir susar, haksızlığa uğrar susarsınız. “Hayır” demeye kıyamaz susarsınız. Kırıcı sözler işitir ya da hayal kırıklığına uğrarsınız. Sevdiklerinizi kaybeder “Haktan geldi” der yine susarsınız.
Acılar paylaştıkça azalır elbette.. Ama bilirsiniz ki bu dem o dem değil…
Anlattığınızın anlatılanda hiçbir pencere açmayacağını bildiğinizden ses dahi etmezsiniz. Yorulmuşsunuzdur çünkü…
Hani olur ya, bazen içinizde yıkılan yıkılmıştır fakat toplama zorunluluğunu bir kenara bırakıp o kırılıp dökülmüş dağınıklığın yanına kıvrılıp uyumak istersiniz mesela… Bir müddet kimse dokunmasın, ses etmesin. Üstelik hakikat arayışında hâlâ yoldasınızdır ama durmuşsunuzdur sadece. Sizce bu ümitsizlik mi şükürsüzlük mü? Karamsarlık ya da depresyon?
Bilakis, bence bir dünya telaşesinden diğerine koşturduğumuz üç günlük dünyamızda durup düşünmek şükrün ta kendisidir. Şükür fark etmekle olur çünkü. Fark etmek ise durup nefes almakla olur. Bazen hiç bir şey yapmadan derdinizin yanına oturup, şöyle bir gözlerinin içine bakıp sadece susmak gerekir. Zira insan kendisini, kalbini, özünü ancak o zaman duyabilir.
Peki insan kendisine ne zaman yabancılaşır? Ne zaman kendinden uzaklaşır ki? Kendimizle ilgili hayal kırıklığına uğradığımızda mı? Söyleyecek söz bulamadığımızda mı? Yoksa değiştiğimizde mi?
Günün birinde, çok zor imtihanlardan geçmiş, kendini âdeta yıkılmamaya programlamış bir kardeşimizle tanıştım. Ne zaman “Nasılsın?” diye sorsam bana “Bilmiyorum” diyordu. Tuhaftı ama tahmin edilmez bir durum değildi. İçini dökmeye yorgun, nasılsın sorusuna bile yorgun. “Ne hissettiğimi bilmiyorum, anlamıyorum abla” demişti. “Neden bilmiyorsun?” diye sorduğumda ise gözleri dolmuş ama ağlayamamıştı. Görüyordum, kendini zor tutuyordu. Hislerini sadece benden ya da çevresinden değil, kendinden dahi saklıyordu. O kadar görmezden ve duymazdan gelmiş ki kendini, nihayetinde o duyguları tanıyamaz, tanımlayamaz olmuş. Böyle böyle yabancılaşmış kendisine. Belki de her üzüldüğünde sağlam durmak zorunda olduğuna inanmış ya da inandırılmıştı. Yani insanı kendine yabancı kılan ne değişmektir ne de hayal kırıklığıdır. İnsanı kendisine karşı yabancılaştıran, kendini dinlemeyişi, ruhuna zaman ayırmamasıdır…
Söylenenin aksine her zaman güçlü olmak gerekmediğine inanırım. İnsan olduğumuzu ve bizim de duygularımızı yaşamamız gerektiğine inanırım. Zamanında yaşanmayan duygular sonradan yüreğimize kapanmaz yara olarak geri dönebiliyor ve bizi yaşantımız boyunca etkileyebiliyor. Mesela ailemizden bir kaybolduğunda hemen klasik cümlelerden birini duyarız değil mi? “Bak, sen düşersen herkes düşer, sen sağlam durmalısın vs. vs..”
Bu kişi kaybına o gün ağlamıyor evet ama ömrü boyunca o 5 dakika ağlayamayışının acısını çekiyor. İnsanın düşmeye hakkı olmalı, yorulduğunda kenara çekilip dinlenmeye hakkı olmalı. Düşüp dizlerimizi kanattığımızda geçiştirmek yerine önce o acıyı yaşamaya izin vermemiz, kalbimizi dinlemeye zaman ayırmamız tekamül yolculuğumuzu anlamlı kılan bir unsurdur. Ancak bir çoğumuzun yaptığı dizlerimizdeki yarayı görmezden gelip acıyı geçiştirmek olmuştur. Hâlbuki tenimizin bile bizde hakkı vardır. Aynada gördüğümüz gözlere itiraf etmek, “Evet, düştüm işte.. Dizlerim de kanadı ve çok acıdı. Acıdan gözlerim dahi yaşardı. Yaşarabilir çünkü insanım. Şuradan kalktıktan sonra belki yine düşeceğim ama sonra yeniden kalkacağım.. Şimdi sadece biraz dinlenmeye ihtiyacım var” diyebilmek.
Bu durumu kabullenmek farkındalığımızın alameti olduğu kadar içimizde yarım kalanların ve o adını koyamadıklarımızın iyileşme süreci için çektiğimiz bir besmeledir.
Velhasıl-ı kelâm; sevinç de, hüzün duyguları da Allah tarafından insana has kılınmış en kıymetli nimetlerdendir. Zira sevinç, bize kendimizi iyi hissettirdiği gibi, kendimizi kötü hissettiren şeylerin içinde de yine bizi güzelleştiren bir taraf vardır.
Ne diyordu Hz. Mevlânâ; “Kendinden kendine yolculuk et”. Sen âlemin içinde değil, âlem senin içinde çünkü..
Marifet; Bazen durup içinizde yaşanacak mevsimlere izin vermek. Kışın karda hüznün bıraktığı ayak izleri yazın muhakkak silinecek. Ancak size ruhunuzu güzelleştiren âlemlere açılacak kapılar kalacak…
Büşra Kandemir —◄◄