Bu haftaki Cuma namazında camide, Hocanın ‘Allah bizi buralara boşuna getirmedi. Şayet Müslüman oluşumuzu lisani hâl ile gösterirsen, görenler bizim davranışımızdan ‘bu insanda farklı bir hâl var, bu hâl herhâlde dininden gelmekte’ diye düşünür ve bu da yerlilerin İslam’a yönelik dikkatini çeker’. En iyi anlatım bu şekilde olur’ diye vaaz ediyordu. Oturduğumda, hocanın tanımadığım birisi olduğunu anladım. Biraz sonra kendisi ‘din görevlisi olarak atandığını ve yeni geldiğini’ söyledi ve ‘önümüzdeki dört sene de beraberiz’ dedi. Yeni imamın bu çağrısında ‘İslam’ın ikna edici gücüne olan inancı’ dikkat çekiyor. İslam’ın inandırıcı, anlamlı ve güzelliğinin önünde ise Müslümanın dinî ve insani yaşantısındaki arızaları durmakta. Bu arızalar ve tutarsızlıklardan dolayı Hollandalılar İslam’ın hak olduğunu göremiyorlar veya onu yanlış biliyorlar. Dolayısıyla da İslam ile müşerref olamıyorlar, hidayete eremiyorlar. Müslümanlara rağmen yine de Müslüman olan bazı mühtediler bu tutumu tasdik edercesine ‘iyi ki Müslümanlardan önce Kur’an’la tanışmışım, yoksa Müslüman olmam mümkün olmazdı’.

Yusuf İslam’ın da tam böyle bir ifadesi var. Bu ifadede Müslümanlara yönelik iyi bir eleştiri, hatta hakaret var. ‘Bir kere siz İslam’ı hiç bilmiyorsunuz, sakın onu anlatmaya da kalkmayın’ çağrısı var. ‘Kaş yapayım derken göz çıkartırsınız’, veya ‘Allah etmesin, imana gelecek olanın da tekrar gavur olmasına neden olursunuz’, bu da çok büyük bir günah olur.

Bu çağrıda bir de Müslümanların hayatlarının İslam’a uygun olmadığı, onunla örtüşmediği eleştirisi de var. Ben bu kritiğe ve suçlamaya karşı bir Müslümanın itiraz ettiğini görmedim ve duymadım. Onlar da ‘İslam’ı iyi bilsek ve yaşasak her şey yoluna girer ve herkes hakikati görür, ne yazık İslam’ı hiç bilmiyoruz’ diye hem hayıflanırlar ve hem de bu eleştiriyi kendi kendilerine yöneltirler. İslam’ın yüce hatırı için Müslümanlar bu eksikliklerini ve kabahatlerini kabul ederler ve boyun eğerler. Hollanda’ya yeni gelmiş bir imam Hollanda’ya gelir gelmez, onlara ‘siz yeter ki İslam’ı yaşayın’ diyerek onları ağır bir yükün altına sokuyor. Hâlbuki Müslümanların hem gördükleri eğitim bakımından ve hem de İslam’ı bilmeleri bakımından bu yükün altından kalkamadıkları açık. Daha nasıl yaşayacaksın? Bilmedikleri bir şey mi var? Ellerinden geleni yapıyorlar, Türkiye’deki Müslümanlardan daha dindarlar, camilere geliyorlar, çocuklarını din eğitimine gönderiyorlar, camilerin yapımı için bütün imkânlarını ortaya koyuyorlar. Daha neyi bilecekler? Kur’an’ı on defa okusalar, her seferinde başka bir şey mi öğrenecekler? Kaldı ki Müslümanlar, İslam’ı asırlardan beri nasıl yaşıyorlarsa öyle yaşıyorlar. Haramlar belli, emirler belli, ibadetler belli, 32 farzı ezbere biliyorlar, yaşıyorlar, Allah’a nasıl inanacakları belli. Peygamberi seviyorlar, ismini her duyduklarında salavat getiriyorlar, onu kendilerine örnek ve ölçü edinmişler. İslam’ın âlimleri onları nasıl yönlendirdi ise, İslam’ı öyle yaşıyorlar. İslam tarihinde dinî tekliflere ve akidesine kafa tutan, itiraz eden, ayaklanan bir halk olmamış. Bu yönlendirmede imamlar, ilahiyatçılar ve dinî liderler hep belirleyici ve yönlendirici rol oynuyorlar.

Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumlarda ‘halk’, İslam’ı pratikten öğrenir ve pratize etiklerini bilir. Bundan dolayı da İslam’ın toplumsal hayatı düzenleyici olduğunu ve maslahatı artırdığını deneyimler. Doğruları, normları, değerleri ve doğru davranışları İslam belirler. İslam’ı imamlar, müftüler ve âlimler bilir ve halk da uygular. Hatta şunu demek bile mümkündür: Halk (avam) kendi başına İslam’ı pratik ettiği gibi bildiğinden daha fazla da bilmemelidir. Ondan dolayı ‘avamın mezhebi yoktur, onun mezhebi tabii olduğu müftünün mezhebidir’ denir. Özellikle Kur’an ve hadisi kitaplarından uzak durur. Başka da kitap yoktur. Hele beşerî kitaplardan mümkün olduğu kadar uzak durmalıdır. Okursa (mızraklı) ilmihali ve dua kitaplarını okur. Nitekim Türkiye’de en çok satılan kitaplar ilmihâl, dua kitapları, namaz hocası, siyer kitapları olur. Bu düzende, herkesin rolü ve konumu büyük oranda belirlenmiştir. Böylece tutarlı bir toplumsal hayat oluşur; İslam âlimlerinin rehberliğinde. Fas’tan ve Türkiye’den gelen Müslüman da, temel de böyle kavrar dinî hayatını.

Hollanda’da cami imamının avamı Müslümana, ‘Kur’an’ı ve hadisi oku, anla, yaşa ve örnek ol ki diğer insanların hidayetine vesile ol’ çağrısı, Müslümanların en hafifi ile rolünden düşürmek anlamına gelmektedir. Bu çağrıyı yapan imam ‘okuyan Müslümanla’ baş edebilir mi? Bu çağrıyı dinleyip, Kur’an’ı ve hadisi okudu, anladı ve yaşadığında ilk yöneldiği kişi imamlar, âlimler olmakta ve onlarla tartışmaya girmektedirler. İmanların verdiği cevaplardan memnun olmadıklarında da cemaatten ayrılıp, ayrı gruplar oluşturmaktadırlar. Bu çağrı sonunda imamların otoritesini de sarsmakta.

Aynı ‘okuyan Müslümanlar’, bir de yeni nesilden ise, sadece imamla ve cemaatle değil, toplumla da geriliyor. Hele ‘İslam’ı tam yaşayarak iyi örnek olursanız, Hollandalılar da hidayete erer’ sözü İslami hayatta hiçbir şekilde karşılığı olmayan bir ifade oluyor. Bu yöne evrilen (okuyarak daha dindar olan) Müslümanlar ‘topluma iyi örnek olmak’ için daha çok katkı yapacağına, toplumdan soyutlanıyor ve ciddi oranda toplumun kaygılanmasına neden oluyor.  Hele göçmen, yabancı ve azınlık olarak bulunduğun bir yerde yerliler, dinî kaynakları okuyarak ve yaşayarak ortaya çıkan dindarlaşmayı bu dine yönelişi ‘güvenlik’ sorunu oluveriyor. Yerleşik toplumun algısında, bu tip bir ‘dindarlaşma’, hâkim topluma karşı olarak ortaya çıkıyor. Böyle ‘dindarlaşan’ hem toplumdan uzaklaşıyor ve hem de topluma karşı tutumu olumsuzlaşıyor. Nerede yerlilere ‘örnek’ olmak?

Geçtiğimiz 60 sene içinde bu yönde bir gelişme olmuş mu? Bu ters gelişmeyi anlamadan Müslüman göçmenlere ‘iyi örnek olursanız, İslam’ın güneşi burada parlar, her yeri aydınlatır’ çağrısı ciddi sorun değil mi? 60 sene sonra hâlen ‘İslam’ın güneşi parlamıyorsa, İslami iyi yaşamıyoruz’ demek oluyor.  Bu çok ağır bir suçlama olmaz mı?

Asli vatanlarında çoğunluk olan Türkler ve Faslılar, Hollanda’ya, 60 sene önce gelmeye başladıklarına, ‘azınlık’ oluverdiler. Dilleri ‘anlaşılmaz’ bir dil oldu. Dinleri ve kültürleri garip oldu. Kendileri, buraya ait olmayan, tanıdık gelmeyen, yol yordam bilmeyen yabancılar oluverdiler. El hareketleri ile demek istediğini anlatmak durumunda kalan Türkler ve Faslılar gülünç de oldular. Hâkim, çoğunluk, norm koyucu konumdan yeni bir coğrafyada ve toplumda “yabancı, azınlık, göçmen” ve “edilgen” konuma geçmek hemen olmadı. Fiziken hemen ‘misafir’, ‘gurbetçi’, ‘azınlık’, ‘yabancı’ oluverdiler ancak dilleri, ilişkileri, rolleri, algıları, duyguları bu kadar aniden değişmedi. Altmış sene sonra bu hâlen sürmekte ve bu yerleşikleşme süreci oldukça da yavaş yürümekte. Önümüzde ki 60 senede de İslam ve Müslümanlar, yerleşik kesim açısından, ‘yabancı’, ‘garip’, ve ‘uyumsuz’ olarak kalacak gibi.

Hollanda’ya gelen Türk ve Faslı Müslümanlar ve onların dinî önderleri ilk geldikleri dönemlerde de ‘buralara çalışmak ve paramızı kazanmak için geldik, yerli olanlarla haşir nesir olmak için değil’ deyip onlarla mesafeli olmayı çağırdı. Yetmişli yıllarda İslam dini hakkında, hem İngilizce olarak da yayınlanmış bir kitapta ‘uzak durun, onların yediğinden yemeyin, içtiklerinden içmeyin, dostluk kurmayın, yoksa onlar gibi olursunuz’ yönlendirmesinde bulunuyor. Seksenli yılların imamları hep ‘onlara benzeyen onlardan olur, onlarla dost olmayın, onlar sizi asla dost edinmezler’ çağrısını yapmadı mı?  ‘Onlara karşı insani olmak ve gerektiğinde hediyeleşmek’ haram değildir ancak ‘ihtiyaç’ olduğunda.

Yerleşik toplumun yaşamını yadsıyan, anlamsız ve bozuk bulan ve ondan uzak durmayı dinî bir görev bilen imamlar ve dinî önderler ta o zaman ‘onlara İslam’ı iyi yaşayarak örnek olmak en iyi tebliğ yöntemidir’ diyorlardı. Sadece bu mu? Dahası var. Türkiye’den gelen ‘derin’ âlimler ve hocalar ‘siz buraya boşuna gelmediniz, bu Allah’ın size bir lütfu, sizin sayenizde Avrupa’ya İslam geldi ve sizin vesilenizle Güneş Batı’dan doğacak’ diye gurbetçi dindarları heyecanlandırıyorlardı.

Said Nursi dahi ‘Batı İslam’a gebe’ demişti. Avrupa’ya hiçbir göçmen işçi gelmediği zamanda. Ona göre İslam’ın akli ve tutarlı olması onu her yere yayacaktı. İnsanlar İslam’ı olduğu gibi öğrendiklerinde hemen ona teslim olacaklardı. Kendisi böyle kast etmemiş olsa bile, Türk ve Faslı göçmenlerin buraya gelmesi ile Said Nursi’nin öngördüğü gerçekliğin oluşmasının ilk adımı atılmış oluyordu. Ancak bu, biz ‘iyi yaşarsak ve iyi örnek olursak’ olacaktı.

Güya biz İslam’ı iyi yaşadığımızda, yerleşikler bize bakacaklar ve ‘vay be bunlar nasıl da iyi insanlar, çok çalışkanlar, sözlerinde duruyorlar, eminler, iffetliler, güler yüzlüler, yüzleri parlak, yardımseverler’ deyip bize gelip, ‘sizdeki bu nur nerden geliyor, siz nasıl böyle iyi insanlar oldunuz ki?’ diye soracaklar. Biz de ‘bu bizim dinimiz İslam sayesinde böyle olduk, dinimiz öyle güzel ki bizi de böyle güzelleştiriyor’ diyeceğiz. Onlar da ‘bu ne kadar güzel bir din, acaba biz de Müslüman olsak, sizin gibi güzel olur muyuz?’. Biz de ‘tabi ki’ diyeceğiz ve onlar da saf saf İslam’a gelecekler ve Avrupa’da İslam güneşi doğacak.

Bu çocuksu ve saçma tutum Müslümanlar arasında hâlen oldukça yaygın. Okuma yazması olmayan, İslam’ı sadece yaşadığından öğrenen ve ileri düzeyde dindar olan sıradan avami insanların hayali olabilir. Buna ancak ‘saflık’ denir. Belki de İslam’a olana sevgisini ve saf inancını bu şekilde ifade ediyor. Ancak bunu âlim, politik önder, imam ve dinî rehberlerin ifade etmesi, insanları böyle yönlendirmesi en hafifi bir deyimle ‘çocuksu’ bir tutumdur. Hatta bir “cehalettir” ve gerçekliği yoktur. Cehalet İslam hakkında değil tabi ki. Türkiye’den ve Fas’tan gelen bu dinî rehberler ve imamların, İslam hakkında derinlemesine bilgileri var. Cehalet, yönlendirmeyi yaptığı Hollanda toplum hakkında, orada azınlık olarak yaşayan Müslümanların yaşantıları hakkında. Kayseri’ye bir grup turist gidiyor ve bir rehber tutuyorlar. Ancak bu rehber Kayseri’ye ilk defa gelmiş ve Türkçe de bilmiyor. Üstelik turistlerden de sonra oraya gelmiş. Rehber de başlıyor, Hollandaca olarak, bu turistlere rehberlik etmeye ve Kayseri’yi gezdirmeye. Turistler de rehberin arkasından yürüyerek Kayseri’yi dolaşıyorlar. Bu olur mu? Hollanda gibi ülkelerde olmuş ve oluyor.

Bu rehberlerin vardıkları toplum hakkında hiçbir bilgisi, donanımı, deneyimi yok. Hiç yerlilerle oturup kahve içmemiş, görüş alışverişinde bulunmamış, hatır sormamış, hatırı sorulmamış.  Hollanda’nın önde gelen romanlarından birini okumamış, Hollanda kültürü ilişkileri nasıl oluşmuş, bu toplum kimi ‘düşman’ kimi ‘dost’ bilir, nasıl idare edilir, medyası nasıl haber yapar, gibi meselelere hiç ilgi göstermemiş. ‘Önce biraz örgeniyim’ dememiş, gerek de görmemiş. Ancak rehberlik yapıyor ve Hollanda’daki Müslümanları yönlendiriyor. ‘Sağ olsun Türkiye’miz beni size yol göstereyim diye gönderdi’ diyor ve geldiğinin ertesi günü, bizden 60 sene sonra geldiği hâlde, bize ‘yol’ göstermeye başlıyor.  Allah aşkına siz söyleyin, Türkiye’den ve Fas’tan gelen dinî rehberlerin önderliğinde biz göçmenlerin yerleşiklere bir şekilde ‘iyi örnek’ olmamızın mümkünatı var mı? İyi örnek olmamız şurada dursun, toplumun ‘kötüsü’ olmaz mıyız? Uyum sorunu olmaz mı? Uymayan, rahatsızlık veren kesim olarak algılanmaz mıyız? Toplumu geren ve göze batan olmaz mıyız?

Tüm bunlara rağmen, Hollanda’ya gelen gurbetçi Müslümanlardan hiç kimse İslam dinini terk etmedi ve Hristiyan olmadı. Birkaç istisna hariç. Onlarda yeni nesilden. Yerlilere ‘iyi örnek’ olmadılarsa da kendi imanlarını korudular.

Belki de ‘bağlamın sosyolojisini ve psikolojisini bilmeden rehberlik yapmanın’ dayanağı bu ‘imanı koruma ve dini pratiği sürdürme’ olabilir.

Raşit Bal       —◄◄