Hollanda’da yaşayan Türk ve Faslı Müslümanların geçtiğimiz 60 sene içerisinde pek çok kuruluşları oldu. Bu kuruluşlar ilk etapta kültürel-dinî kimlikli olarak kuruldular. Türk Müslümanlarının Ülkücüler, Süleymancılar, Millî Görüş, Diyanet ve daha küçük çapta tarikat ve hemşeri dernekleri. Faslı kesimin de selefi, geleneksel ve İslamcı denebilecek cemaatler oldu. Türklere nazaran Faslı Müslümanlar ülkesel düzeyde pek örgütlenemediler. Türklerin ülkesel cemaatleri ve federasyonları hiyerarşik, ideolojik/kimlik odaklı ve güçlü bağlarla bağlı iken, Faslı Müslümanların kuruluşları parçalı, bağları zayıf ve sosyal ağ (network) düzeyinde kaldı. Faslı kesimin en eski ülkesel kuruluşu UMMON (Faslı Müslüman Organizeleri Birliği). Daha sonra ise RMMN (Hollanda Faslı Camiler Kurulu) kuruldu. Her iki kuruluşun da resmî üyeleri hiç olmadı. Ancak her iki kuruluşun da idarecileri yerel cemilerin idarecilerini bireysel olarak tanıyor ve bunu ‘güven’ ve sonra bunu da ‘temsile’ dönüştürüyorlar.
Bu kuruluşların ve cemaatlerin çokluğunda Müslümanların dinî, ideolojik, etnik, kültürel farklılıkları yüzeye çıkıyor. Bundan başka, Hollanda’nın kültürel ve hukuki olarak bu düzeyde örgütlenme ve farklılaşma için olumlu koşullara sahip olması da oldukça önemli. Dinî ibadetlerin etrafında örgütlenmek yanında dinî eğitim etrafında da Müslümanların örgütler /kuruluşlar kurduğunu görüyoruz. Örgün eğitimde İslami okullar, yaygın eğitimde ise oldukça fazla eğitim merkezleri ve eğitim yurtları var. Bu düzeyde dinî ve kültürel kimlik etrafında örgütlenme ne Türkiye’de ne de Fas’ta mümkün. Türk ve Faslı toplumlarının her ikisinde de ‘örgüt’ ve ‘örgütlenme’ olumsuz çağrışımlar yapan ifadeler. Sanki Türkiye toplumu homojen ve politik olarak bir ‘birlik’ oluşturuyor da örgütlenmeyi ‘bölünme’ olarak görüyor. Dinî kimliklerin sürekli bölünerek yeni yeni cemaatlere dönüştüğü en iyi örnek Hollanda toplumu. Bölünme veya ana gövdeden kopma bir anlamda ‘özgürleşme’ anlamına da gelmekte. Bireylerin ‘öz kimliklerini’, özgürce yaşama imkânın oluşması o toplumun ileri bir toplum olduğunu göstermekte. Hollanda’da bulunan Müslüman kesim bu olumlu ve özgürlükçü koşullardan azami düzeyde de yararlanıp farklılaştıklarını görüyoruz.
Geçtiğimiz asrın yetmişli yıllarından itibaren ortaya çıkan ‘cemaatleşme’/’örgütlenme’ sürecinde kültürel kimliğinin gittikçe zayıflarken, dinî kimliğin ve dinî referansların belirginleşip, hâkim kimliğe dönüştüğünü görüyoruz. Dinî kimliğin ayırt edici yönlerinin çok hızlı bir şekilde keskinleşip çatışma alanlarına dönüştüğünü görüyoruz. Süleymancıların kaynaklarda tarif edildiği gibi yatsı vaktinin olmamasından dolayı yatsı namazını ‘düşürmeleri’, Millî Görüşçülerin ramazan meselesinde ‘hesabı reddetme ve hilali gözetleme’ tutumları, Diyanetçilerin ise Türkiye devletine kati itaatkâr tutumları ve diğer oluşumları ‘bölücü’ görmeleri bu cemaatlerin kimliklerinin en merkezi yönleri olmuştur. Fark atma, rekabet, birbirini ‘sapık’, ‘bölücü’, ‘aşırı’ görme yaygın bir tutumdu. Bu durumda cemaatlerin önderlerinin birbirlerinden uzak durması, aralarının gerilimli olması herkesin dikkatini çekmekte idi.
Gurbette ve yabancı bir toplumda bu kadar cemaat ve kuruluşun varlığının ilk etapta yaptığı çağrışım ‘bölünmüşlük’ ve ‘parçalanmışlık’ olmakta. Hâlbuki ‘hepimiz Müslümanız, kitabımız bir, peygamberimiz bir, tek bir ümmetin üyeleriyiz’, ‘kıblemiz bir’, ‘hepimiz kardeşiz’. Bu tür ifadeleri geçtiğimiz asrın seksenli yıllarından itibaren yaygın bir şekilde duyduğumu hatırlarım. Türkiye’nin üniter yapısına gönderimde bulunarak buradaki Diyanet dışı örgütlenmelerin hepsini ‘bölücü’, ‘fitneci’ ve ‘devlet düşmanı’ olarak nitelemek oldukça yaygındı. Faslılarda ise kralın liderliğinde fiilen var olan siyasi ve dinî birliğin karşısında yer alan diğer oluşumları ‘fitneci’ ve ‘bölücü’ olarak nitelemek te oldukça yaygındı. Surinam’dan olan Müslümanlar için ‘bölücü’ olmanın karşılığı Ahmadiya oluyordu. Bununla beraber Sünni olan kesimde, tıpkı Türk ve Faslı Müslümanlar gibi parçalanmıştı.
Müslümanların da farklı olması, farklı örgütler oluşturmaları, kendilerini farklı ifade etmeleri, farklı alanlara yoğunlaşarak farklılık ortaya çıkartmaları nasıl oluyor da ‘bölünmüşlük’, ‘fitne’ olarak nitelendiriliyor? Niçin bu durum ‘zenginliğin’ ve ‘canlılığın’ ifadesi değil de ‘kırılgan’ olmanın ifadesi olarak görünüyor? Kim buna karar veriyor? Hollanda Müslümanlarının bu hâli hangi gerekçelerden dolayı yadsınıyor da zaman içinde ‘yabancılaştırıcı’ bir durum oluyor? ‘Normal’ ve ‘yaygın’ olan nasıl ‘bidat’, ‘sapma’ ve ‘günah’ oluyor.
Burada dikkat çeken husus Müslümanların ‘gerçekliği’ bir tarafta yer alırken, onun tam karşısında inandıkları ‘normlar’ yer almakta. İnandıkları normlar ise aslında olması gereken durumu ifade ettiğini görüyoruz. Bu normlar ve referanslar nereden geliyor? Müslümanların inanışlarına ve tutumlarına baktığımızda bu normların kaynağının İslami olduğunu görüyoruz. Yani ‘ümmet’, ‘kardeşlik’, ‘birlik’, ‘dayanışma’, ‘toptan Allah’ın ipine sarılma’ gibi değer ve referansların İslami kaynaklı olduğu öne çıkıyor. Başka bir deyişle, bir Müslüman Kur’an’ı okuduğunda, hadisleri okuduğunda, fıkıh kitaplarını ve siyer eserlerini okuduğunda sürekli bu mesajlarla karşılaşıyor: Müslümanlar sürekli olarak ‘Müslüman ve İslam toplumu söyle-böyle olmalı’ diyerek bu ‘normlara’ çağrılıyorlar. Bu çağrı sadece İslami kaynakları okuyan sıradan insanlar tarafından fark edilmiyor. Ulema ve dinî liderlerde her fırsatta Müslümanları bu normlara çağırıyorlar. Onlar daha keskin bir şekilde bir taraftan fiili durumu ‘bölünmüşlük’ olarak ifade ediyorlar diğer taraftan da ‘iyi inanan Müslümanlar bu normlara göre hayatını düzenlemeli’ diyorlar. Böylece hayatı yeniden yönlendirici ve düzenleyici normlar oluşuyor.
Bu durumda Müslümanların fili durumları inandıkları normların karşısına yerleşiyor. ‘Normlar’ olması gerekeni ifade ederken, olan ‘olmaması gereken’ oluyor. ‘Normlar’ İslam’ın emirleri ve çağrısı olurken, fiili ‘olan’ İslam’a zıttı ve günah olan oluyor. İslam’a göre ‘olan’ olmaması gereken durum oluyor. ‘Norm’ olana uymadığı için de yadsınıyor. Bu çelişki o kadar belirgin olmakta ki hemen hemen her Müslüman bu gerilimi gözlemlemekte ve idrak etmekte. Müslümanların bilinci bu normlara göre ‘düzenlenirken’ fiili durum bunla örtüşmemekte. Üstelik ‘normlar’ alabildiğine yalın, basit ve keskin. İster okur yazar olsun ister Prof. olsun isterse hiç okula gitmemiş olsun. Hiç fark etmez. Her Müslüman bu düzenleyici normların farkında onu içselleştirmiş ve sahiplenmiş. Gerçekliğin bu normlara uygun olup olmadığını anında tartabilen bir bilince sahip.
Bu ‘normlara’ inanma ve onları yönlendirici referanslar olarak görme hâli Müslümanlara ‘kutsal’ bir ödevde yüklüyor. Bu görevin özü, fili olan durumu olması gereken ‘norma’ uygun yönde değiştirmek/dönüştürmek için çaba göstermek. Bu değiştirme çabasının vardığı nihai durum olanla, olması gerekenin birbirleri ile örtüştürülmesi. Böylece olanla olması gereken arasındaki uçurum kapanmakta. Bu ödevi ciddiye alıp da gayret sarf edenler sayesinde, İslam’ın ‘düzenleyici ilkeleri’ bireysel ve toplumsal gerçeklikte var olmaktalar. Böylece ‘norm’ fiili durum ile örtüşerek hem doğrulanmakta hem de olan mümkün olduğu kadar İslam ile uyumlu olmaktadır. Müslümanların dinî pratiğinde, bu uğurda gayret sarf etmek ‘Fî Sebîlillâh’ ve ‘ümmetin birliği için’ koşturma anlamına gelmektedir. ‘Kardeşlik’ ve Müslümanların güçlenmesine yönelik. Yaygın İslami gelenek bu tip Müslümanı ‘örnek’, ‘önder’ Müslüman olarak nitelendirmekte. Kur’an’da bu tip çaba ve gayretin ‘üstün amel’ olduğunu ve değerinin çok yüksek olduğunu ifade eden ayetlerin sayısı oldukça fazla. Buna göre ‘norm’ önce bütün Müslümanların elinde, olan fiili durumu test etmek için bir ‘ölçüye’ dönüşmekte sonra da onu değiştirmek üzere, kutsal bir ‘görev’ olmakta.
Hollanda da bir milyondan fazla Müslümanın toplumsal durumu yukarıda belirtildiği gibi. Hollanda Müslümanları, bir taraftan İslam’ın düzenleyici ilkelerine kati bir şekilde inanıyorlar diğer taraftan da hayatlarında bu ilkelerin hiçbir düzenleyici ve yönlendirici etkisi yok. Üstelik bu durum geçici bir durum da değil. Toplumsal gerçekli hep bu şekilde: Bütün İslami kuruluşlar fiilen hem farklılığı ve parçalanmış olmayı temsil ederken yine hepsi de herkesi İslam’ın düzenleyici ilkeleri doğrultusunda adım atmaya çağırıyor. Bu durumda ‘bölen’ ve ‘bölünmüşlüğü’ fiilen sürdüren ile, onun zıttı olan ilkeye ve norma çağıran aynı kişi ve kuruluş oluyor. Buna iyi bir örnek ‘Allah’ın ipine sarılma’ ilkesi. Bu ilke, Kur’an’ın en merkezi yönlendirici ilkelerinde birisi. Bütün İslami kuruluşların imamları, dinî liderleri ve idarecileri bu ilke doğrultusunda çağrı yapıyorlar. Hutbe okuyorlar, vaaz ediyorlar. Belki de en fazla gündeme gelen konu. Aynı bağlamda ‘ümmet’, ‘kardeşlik’, ‘birlik’, dayanışma’ gibi değerler ve ilkelerde sürekli gündeme geliyor.
Bu durum Müslüman bilinçte ve kimlikte nasıl karşılık buluyor? İnandığı kutsal normlar ne olacak? Vaz mı geçecek? Ya da “bu normlara inanıyorum ancak onları ciddiye almıyorum mu diyecek?” ‘Gücüm yetmiyor mu’ diyecek. Ya da ‘biz iyi Müslüman değiliz, ondan dolayı bu şekilde parçalıyız mı’ diyecek. Ortada belirgin ve aşılması mümkün olmayan bir gerilim var: İman edilen norm ve düzenleyici ilkelerle uyumlu olmayan bir gerçeklik. Üstelik, bu zıtlığı gidermek sıradan bir Müslümanı için de imkânsız. Millî Görüş Teşkilatı için ortalama bir Müslümanın bu yönde çağrısının hiçbir anlamı olmaz. Benzer bir durum Diyanet, Süleymancılar, UMMON veya RMMN için de geçerli. Ortalama bir Müslüman bu durumda ne diye bilir ki? ‘Hollanda Müslümanlarının bölünmüşlüğünü bu kuruluşlar temsil ediyor. Her kesim kendini hak biliyor ve kendine çağırıyor. Buna kimse kanmıyor artık. Bu kuruluşlar kendilerini feshetsin ve hep beraber yeni bir kuruluş kursunlar ve kardeş olsunlar’ gibi bir çağrı. Böyle bir çağrı tabi ki saçma bir çağrı olur. Kimse dinlemez. İslami kuruluşlar hiç dinlemez.
Fiili durumu norm ve düzenleyici ilkeler doğrultusunda değiştirmek imkânsız. Norm ve düzenleyici ilkelerden vazgeçmek de imkânsız. Bu durumda ne olacak? Sanki Müslümanın üzerine yüklenen sorumluluk çok ağır. Allah bu sorumluluğu yüklüyor ancak Müslümanın gerçekliğinde bunu taşıması ve yerine getirmesi imkânsız. Allah ile de pazarlığa oturup ‘sorumluluğumuzu hafiflet’ de diyemeyiz. ‘Allah baş edemeyeceğimiz bir yükü bize yüklemez’ deyip bu ilkeleri ve normlar ‘nesh’ etmek de olmaz. Belli ki bu çıkmaz bir yol. Bu çıkmaz sokakta yapılabilecek tek bir şey kalıyor gibi: O da Müslümanın kendisini bu fiili durumdan soyutlaması, ona yabancılaşması ve bu geçekliğe sırtını dönmesi. Toplumsal gerçeklikten kopmak, bu teşkilatlardan uzaklaşmak ve üyeliklerini sonlandırmak. İslami kuruluşlara öfkelenmek ve onların hep ‘bölücü ve çıkarcı bir topluluklar olduğunu’ ve ‘İslami değerleri istismar eden ve ekonomik menfaate dönüştürdüklerini’ ifade etmek. Bu ‘öfke’ ve ‘yabancılaşma’ Müslümanların kendilerini ‘sorumsuzlaştırma’ yöntemi oluyor. Bunu telafi etmek için de dinî kimliği keskinleştiriyor ve İslam’ın kutsal değerlerine, normlarına ve ideallerine kaçıyor. Gerçeklikten ve Müslümanların kuruluşlarından kendini özgürleştiriyor.
Sonuç? İslam’ın kurucu ve düzenleyici ilkelerinin yüklediği sorumluğu yerine getiremiyorlar. Bu artık imkânsız olmuş. Bunu fiilen yaşıyorlar. İçinde bulundukları toplumsal koşullardan ‘kaçarak’ ve ‘yabancılaşarak’ bu sorumluluktan kurtulmaya çalışıyorlar. Bu anlamda, İslam’ın bu ilkeleri Müslümanları yaşadıkları toplumdan ve cemaatten yabancılaştırıyor. Yabancılaşma ve kaçma uzun sürdüğünden İslam’ın bu kurucu ve düzenleyici ilkelerine anlamsızlaşıyor. Geriye bireysel ‘imam’ ve ‘ibadet’ kalıyor.
Raşit Bal —◄◄