Biraz okuyanlarımız bilir: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ‘İslam Tarihi’ son buldu. On dokuzuncu asırda İslam dünyasının diğer bölgeleri ‘kolonize’ olmuştu. Bu çözülme/yıkılma sürecinde İslam tarihinin ‘kıyameti’ Osmanlının çöküşü ile noktalandı.

Bir toplumun/ümmetin kendilerine has bir düzen içinde yaşamaları son buldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, bütün İslam coğrafyasında ulus devletlerin oluşumu başladı. Bu anlamda, iki savaş arası süre bir ‘geçiş dönemi’ oldu. Müslümanların halifesi, hukuk sistemi, İslam’ın kurumsallaşmış toplumsal yapıları ve pratikleri büyük oranda kalktı. Ortak siyasi ‘birlik’ ve ‘merkez’ bilinci de kalktı. Bütün İslam dünyasında Müslüman toplumların sosyal yapısını düzenleyici yapı olan ‘şeriat’ kaynak olmaktan çıktı. Kabile, yerel ve ulus kimlikleri aşan ve bütün Müslümanları en üst düzeyde birleştiren ‘ümmet’ önce bir ‘ideal’ sonra, daha da soyutlaşarak, bir ‘hayale’ dönüşüyor.

Bu koşullarda Müslümanların alîmleri, aydınları ve politik liderleri iki türlü tepki geliştirmişlerdi:

İlki, daha çok Osmanlı’nın dışında ortaya çıkıyor. Ana hedefi ‘İslam düzenini yeniden kurmak’ idi. Bu yaklaşımda İslam düzeni çoktan yıkılmıştı. Mısır, İran, Cezayir, Libya, Hindistan-Afganistan bölgesi gibi yerlerde zaten bu ortada idi. Bu bölgeler kolonize olmuştu. Osmanlı’da ise alîmlerin, aydınların ve politik liderlerin ana hedef ‘Osmanlıyı çökmekten nasıl kurtarınız?’ oldu. İlk gurubun önde gelenleri Cemalettin Afgani ve Muhamed Abduh iken, ikinci grubun önde gelenleri Ahmet Cevdet Paşa, Namık Kemal, Nursi, II. Abdülhamid oldular. Bu husufta ayrılmalarına rağmen bütün ulema ve aydın sınıfın ortak olan sorusu ise ‘biz nasıl geri kaldık?’ sorusu olmuştur.

Sonucu hepimiz biliyoruz. Her iki grup da başarısız oldu. İslam uleması, aydını ve politik liderleri iki asır süren çöküşü ve kolonize olma sürecini durduramadılar. Çöküşün nedenini dahi anlamadan 17. asırdan itibaren İslam Dünyası kolonize oldu ve koskoca Osmanlı da ellerinde çöktü. Bu çöküntünün suçlusunu/nedenini ‘Batı’ olarak nitelemek, görünürde doğru olsa bile, pek anlamlı olmadığı da açık. İslam Dünyası’nın kadim ‘düşmanı’ olarak konumlanan ‘Hristiyan Batı’ bu fırsatı kaçıracak değildi. Nasıl İslam Dünyası eline geçen fırsatları ve görece avantajlı/ileri olma durumunu iyi değerlendirmiş, önce Endülüs’ü, daha sonra da Anadolu’yu, Balkanlar’ı fethetmiş (Batı insanı açısından işgale uğramaktı bu) ve Viyana’ya kadar gelmişti. 16. asra kadar biz avantajlı olurken 17. asırdan itibaren onlar avantajı ele geçirmişler.

İnsanlık tarihi böyle gelişmiş: Mülk/toprak güçle, kan akıtarak alınır, adaletle elde tutulur, vatan yapılır. Hiç kimse bulunduğu yerde ebedi değildir.

Sorumluluk Duygusu Müslümanları Savunmacı Konumuna Getirdi

İslam toplumlarının aydınları ve uleması çökmemizin nedenini “Batı’nın bizi kolonize ve işgal etmesinde araması” yaygın bir tutum olmuştur. Bu tutum iki yanlışa neden olmuştur:

Birincisi, Müslümanların Batı algısını (Hristiyan ve düşman) daha da yüzeysel ve karikatürel yapmıştır. Bir taraftan Batıya yönelik ‘öfke’ ve ‘kin’ artarken diğer taraftan da Batının İslam Dünyası’nın ilerleme sürecinde ‘örnek/model’ olarak konumlanması olmuştur.

İkinci yanlış ise, çökme nedeninde kendi payını ve rolünü odaktan çıkartmıştır. İslam Dünyası’nın başına gelen olaylarda sorumluluğun kimde olduğu hususunda derin bir belirsizliğin oluşmasına neden olmuştur. Müslümanları, kendilerini kendilerine karşı savunma moduna itmiştir. Bu ‘savunmacı’ tutum Müslümanları kendi sorumlulukları, tarihleri ve kendileri toplumları hakkında da alabildiğine ‘yüzeysel’ ve ‘sloganik’ yapmıştır. Bu iki tutum İslam Dünyası’nın da ikiye bölünmesine, paralel yapıların ve tutumların oluşmasının da temeli olmuştur. Çöküntüye engel olamamıştır.

  1. asırdan itibaren hayatta değişim hem hızlanıyor ve hem de değişimin kaynaklarında çoğalma oluyor. Müspet bilimin ürettiği bilgi kitaplar ve basın üzerinden artıyor ve yaygınlaşıyor. Hayatın gidişatını değiştirecek teknolojileri ortaya çıkartıyor. Mesafeler kısalıyor, seçenekler artıyor. İnsanların bilgi ve ilişki haraketliliği görülmemiş derecede artıyor. Buna karşı geleneksel ‘kaynakların’ yorumu ve hayata dair ürettiği bilgi ise aynı hızda çoğalmıyor. Müspet bilimin ürettiği bilgi bir taraftan daha işlevsel ve etkin olurken aynı zamanda daha akli ve anlaşılır oluyor. İnsanlar müspet bilimin sunduğu bilgiyi öğrendikçe, hayatı daha iyi anladıklarını ve açıkladıklarını fark ediyorlar. Müspet bilimin ürettiği teknolojileri tatbik eden toplumlar ve bireyler daha ‘hızlı’, ‘güçlü’ ve ‘etkin’ oluyorlar.
  2. asırda belirginleşmeye başlayan sosyal ilimler de benzer bir etki yapıyorlar. Bu bilimlerin ürettiği bilgi ve açıklamalar sayesinde insan davranışları, toplumların isleyişi daha iyi anlaşılıyor. Bu bilgi ve teknoloji sayesinde bir taraftan toplumun değişimini tetiklemek, yönlendirmek ve hatta manipüle etme imkânı ortaya çıkıyor. Bu bilgi türünü ve sonuçlarını Batı ülkeleri stratejikte hedefler (diğer toplumları işgal etmek) için de kullanıyorlar. Batı toplumlarının bilim adamları ve politik liderleri bu ‘yeni bilgiyi ve teknolojileri’ kullanarak önce Batı toplumunu devrimsel nitelikle dönüştürüyor ve yeniden inşa ediyor. Geleneksel ve kutsal bilgi ve kaynaklar toplum ve bireyler için yönlendirici olmaktan çıkıyor.

Yerine gelen bilgi türü seküler ve rasyonel bilgi oluyor…

Çöküş sürecinde ulemanın ve İslami kurumların pozisyonları ve otoriteleri sarsılıyor ve geriliyor. Bir taraftan yürümekte ve belirginleşen değişimin anlamını, yönünü ve pratik sonuçlarını kavramakta yeterli ve etkin tepki geliştiremiyorlar. Yeninin kaynaklarını, yöntemlerini ve süreçlerini takip edemiyorlar. Toplumları dönüştürücü bu yeni bilgi üretim sisteminde esas olan ‘gerçekliğe odaklanma’ ulema için zaten yabancı idi. Bu yeni ve sürekli yenileşen bilgi sisteminin bilgi üretme yöntemi ise onlar için bir ‘bilinmezdi’. Bu bilgi türünün görünür eleştirel, sorgulayıcı ve şüpheci yönü İslam toplumları ve ulema için kabul edilemez ve kullanılamaz bir yöntemdi. İslami bilgi üretme paradigmasında hakikat/objektif bilginin yeri kutsal kaynaklardı (Kuran, Sünnet, Şeriat, fikh ve Siyer).  ‘Gerçeklik’ ve ‘insanın kendisi’ bilgi, ‘doğru bilginin’ kaynağı olamazdı. Müslümanların cari pratik hayatları da bir ‘kaynak’ olarak görülemezdi. Bu kutsal paradigmanın bilgi üretme yöntemi, kutsal kaynağın maksadını ve hükmünü belli bir ‘usule’ göre ‘istinbat’ etmekti. Ulemanın derinlemesine kavradıkları iş bu kutsal kaynaklar ve istinbat usulleri idi.

Çok geçmeden, belirgin olarak 18. asrın başlarından itibaren, İslami toplumlarda da bu iki bilgi üretme kaynakları ve yöntemlerinin karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Batı toplumlarında üretilen müspet, rasyonel ve bilimsel bilginin İslam Dünyası’na transferi ile başlıyor bu karşı karşıya gelme. Bu bilgi türünün dolaşımda artmasına orantılı olarak gerilim de artıyor. Çok hızlı bir şekilde bu iki bilgi türü birbirleri ile çatışma konumuna geliyor. Yeninin ‘işlevselliği’ ve ‘etkinliği’ diğerinin ise ‘kutsallığı’ ve ‘yaygınlığı’ öne çıkıyor. İlk iki asırda kutsal olanı avantajlı. Yerleşik kurumları var ve Müslüman toplumun günlük yaşantıları ile iç içe. Yeni olan ise ‘yabancı’, ‘türedi’, ‘anlaşılmaz’ ve ‘düşmana ait’ olan bilgi. Üstelik, ‘düşmana ait’ olan bir şeyin alınması ancak ‘zaruret’ olduğunda mümkün. Özellikle bu yeni şey ciddi bir bedel istiyorsa. Bu durumda, yeni olanın avantajı alabildiğine kadar az. Hatta yok.

Özellikle Osmanlı başkentinde, daha sonraları da Mısır ve Hindistan bölgesinde bu yeni bilgi türünün taraftarları oluşuyor. Sarayda sultanın çevresinde. Diğer bölgelerde ise, belirgin olarak, koloni idarecilerinin yakınlarında yer alan insanlarda, Avrupa’yı görmüş insanlarda, Avrupa ülkelerine gönderilen elçilerde.

Bu kesim, devşirilen yeni bilgi ve teknolojinin pratik uygulamaları ile yeni öneriler geliştiriyorlar. Ordunun düzeninde, silah imalatında, devletin yapısında, tarımda ve halkın eğitiminde. Hepsi de ‘pratik’ ve ‘uygumla’ odaklı. Zamanın kısıtlı olmasından dolayı. Hemen netice almaya yönelik. Çünkü ordu cephede yeniliyor, İslam Dünyası sürekli küçülüyor.

Zihin ve anlayış değişikliği için zaman yok. İslami kaynaklarla uyumunu sağlamak için hiç imkân yok. ‘Teorik bilime’ hiç ilgi de yok. Varlığı bile pek bilinmiyor. Yeni önerileri derinlemesine kavrayan da yok. Tek bilinen yeni uygulamaların faydaları Avrupa’da görülmüş. Avrupa bu yeni uygulamalardan dolayı orası ileri gitmiş. İhtimal ki bizde de faydalı olacaktır ve bizi de ileri götürecektir. Bu yeni bilgiyi derinlemesine kavramak, idrak etmek veya test etmek için de zaman da imkân da yok. Ya çökeceğiz ya da birebir uygulayacağız.

Yeni bilgiye dayalı değişim ve yenileşme önerilerin ilk muhatapları İslam uleması ve geleneksek ordu teşkilatı oluyor. Bu öneriler onlara ulaştığında ‘bu yeniliklerden sizin haberiniz yok, dünyada olan bitenleri bilmiyorsunuz’ şeklinde oluyor. Medreseler bu yeni bilgiyi müfredatlarına katmak ve yeniliğin öncüsü olmak şöyle dursun, hiçbir şekilde ilgi de duymuyorlar, anlamlı da bulmuyorlar. Bu aşamada, 18. asırda bu yeni bilgi ve uygulamaların çoğunu ‘bidat’ ve ‘gavur icadı’ olarak nitelendiriliyor. Medreseler ve tekkeler de bu tarafta yer alıyor. Yeniliğe ve değişime karşı ortaya çıkan toplumsal ‘direnç’ bu şekilde kurumsallaşıyor. Yeniliğe ve değişim önerilerin karşısında yer alan bir yaklaşım ve görüş olarak. Bir tarafta ilerlemeye yönelik ‘yeni bilgi ve uygulama önerileri’ yer alırken, karşı tarafta ise değişime ve ilerlemeye karşı direnç yer alıyor. Yeni olana ulema hep ‘olmaz’ diyor. Bu gerilimde yeni ‘bidat’ olurken, yerli ve yaygın olan hem ‘eski’ ve hem de ‘yenilenmeye direnen’ oluyor. Ulema, medreseler, tekkeler yerleşik dinî kurumlar olarak ‘geleneksel’ ve ‘değişime direnen’ kesim olarak konumlanıyor. Nitekim, 19. asrın başından itibaren yapılmaya çalışılan bütün reformlar ve yenilikler bu kesime karşı, onların direncine ve itirazına rağmen yapılıyor. ‘Islah’ olmayan, paralel ve modern kurumlar oluşuyor.

Ulema, medrese ve tekkelerin ‘direnmesi’, ‘yeniliğe’ karşı olmaları bir din olarak İslam’ın ‘ilerlemeye mani’ bir din olduğu izlenimini oluştururken, bunu bu şekilde ifade eden insanların sayısı oldukça çoğalıyor. İslamcı akım bu suçlamaya karşı ortaya çıkıyor. Bir taraftan İslam’ın ilerlemeye karşı olmadığını ortaya koyuyorlar diğer taraftan da İslami düzenin politik yöntemlerle yeniden kurulması için çaba sarf ediyorlar. Bu çabanın en dikkat çeken unsuru, İslam’ı dinî pratikte ‘akıl’ ve ‘bilime’ aykırı anlayış ve inanışları temizlemeye yönelik oluyor. İslam’ı özüne indirgeyerek, saflaştırmak ve böylece modern bilimle uyumlu hâle getirmek yaygınlaşıyor.

Bu yenilikçi-İslamcı kesimin de başarılı olmadıkları ortada.

‘Kıyamet’in üzerinden bir asır geçmiş olmasına rağmen İslami düzen yeniden kurulamadı. Bu anlamı ile hem geleneksel ulema ve hem de İslamcı aydın-ulema başarısız oldu.

Modern ve bilimsel bilgi ve kurumları hâlen etkin ve yönlendirici. İslam Dünyası bu bilimsel bilgi ve tekniğinin yüzeysel nakli ile ‘ileri’ gitmeye çalışıyor.

Raşit Bal    —◄◄