Merhaba değerli dostlar ve okuyucular.

Derdi olanın davası, davası olanın gayesi, gayesi olanın da cehd’ü gayreti olur.

Bizler cihad şuurundan geri kaldıkça hissiyatımız körelip hidayetimiz kararıyor. Bu inancımızdaki zafiyet gayretimizi, gayretsizliğimiz de kaderimizi olumsuz yönde etkiliyor.

Bizim aksiyona/harekete geçmemiz için değerlerimizi dava bilip kısa ve uzun vadeli hedefler koymamız gerekir.

“Olmaz” demeyelim. Aslında her şey bir düşünce, bir niyet ve hayaller ile başlar. Bu hayaller rüyalara akseder ve istikbalden müjdeler verir. Bu süreçte dualar kader çarkını harekete geçirir ve artık aksiyon/amel ile, “Kul kesbeder,/ kazanır (inandığı değerler uğruna çalışırsa.) Allah’ta halk eder/ yaratır.”

Ünlü düşünür Montaigne’nin de dediği gibi “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez”.

Merhum Erbakan hocamız, “Cihat eden kişi hasta olmaz!..” dediği gibi, cihadın limitini de, “Eğer eve geldiğinizde çorabınızın birini çıkarıp diğerini çıkarmadan koltukta uyuya kalıyorsanız cihad etmiş sayılırsınız .” diyerek ifade etmiştir.

İmanın “büyük bir cevher” olduğunu çok iyi bildiği için, “İman varsa imkân da vardır.” diyerek himmetini âli tutmuş; hiç bir baskı onu yolundan caydırmadığı gibi tüm

ideallerini zirvelere taşımış ve

bu yüce davayı fütur etmeden

savunmuş ‘Savunan Adam.’

“Tarihin eline verdiği mührü

davası uğruna kullanan adam/

kim ne derse desin, fütur etmeyiz…

Seni seviyoruz, savunan adam!” (Yasin Hatipoğlu)

Bu değerli liderin davasında hizmet edenler çok iyi bilirler ki, dünyanın koskoca meselelerini yüklenirken bu mesuliyetin yanında Allah cc., rahmeti gereği ödül olarak zevk ve heyecan, manevî bir güç ve muazzam bir enerji verir.

Tıpkı, “Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, Minicik gövdeme yüklü Kaf Dağı, Bir zerreciğim ki, arşa gebeyim, Dev sancılarımın budur kaynağı…” (NFK) dizesinde olduğu gibi, bu dava hem ağır hem de çok ihtişamlı.

Evet, bu bağlamda İslam davası sadece vicdanlarda saklı bir inanç ve ibadet ritüellerinden ibaret bir din değildir. İslam, ekmel bir din (kemale ermiş bir nizam) olduğundan dolayı inanç ve ibadetinin yanında ahlâk ve muamelatı da olan (yani, gerek kanun, gerek hüküm, gerek kültürel ve sosyal tüm şartların ölçüsünü belirleyen) topyekûn her alana nüfus eden bir sistemdir.

Bu din bilgiç gevezelerin ilginç hazlarını tatmin etmek için tartışıp durdukları -fakat pratik hayat içinde örnekliği, ölçüleri, otoritesi ve hükmü olmayan- bir teori veya felsefe de değildir.

Bu hak din kimsenin keyfine göre, canının istediğini alıp istemediğini bırakacak açık büfede değildir:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için geldim. Bana; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazap ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum. Sadakaya gelince; benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibârettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

“Cihad yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.”

Bunun üzerine; “Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.” dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.”

Bir önceki yazımızda büyük travmalar yaşanırken “Sivrisineğin hükmünü” soranları azarlayan Hasan-ı Basri efendimizin tavrından bahsetmiştik. Zaman değişse de cahillik ve yobazlık değişmiyor.

Daha iki gün önce Hamasın lideri Yahya Sinvar kahramanca şehit oldu ve gıyabi cenaze namazını kıldık. Bunun üzerine cenazede bulunan bir ham sofu, bu hengamede bu şerefli şehadetin derdini, davasını, fıkhını irdeleyip anlamaya çalışacağına kılınan cenaze namazının sıralamada okunan dualarına itiraz ederek büyük bir meseleye fıkhen çözüm getirmiş oldu.(!)

O yiğitler neler yapıyor bizler burada nelerle uğraşıyoruz. Halid b. Velid (r.a.) ve Yahya Sinvar gibi yiğitler doğal bir ölümü kendilerine ar görürken bırakın şehadeti biz normal ölümü bile kerih görüyoruz.

“Yara yara bir kavgaya girmedik

Sağa-sola kılıçları vurmadık

At üstünde dövüşerek ölmedik

Ok değmeden gözlerimiz kör oldu.” (Dadaloğlu)

Yine, İsrail ve Amerika zalimlerine karşı elinden geleni yapmaya çalışan ve “Sünni” Filistin’e sahip çıkan İran’ın bu süreçte “Şia” olduğunu hatırlatan ve İsrail’e attığı her bombada keyfi kaçan “Ehli sünnetçileri”(?) de bu taassuplarından dolayı tebrik ederim.(!)

Merhum Aliye İzzet Begoviç, ‘İslami Yeniden Doğuşun Meseleleri’ adlı kitabında inanan kişinin nasıl olması gerektiğini şöyle ifade eder:

“Benim katkım olmaksızın dünyanın bir kısmı daima eksik (…) kalacaktır. Bu nedenle sadece inanmakla kalamam. Bir şeyler yapmam, eyleme geçmem, çalışmam gerek.”

Bu anlatımının devamında İslam’ın hayatiyet kavramını, öne çıkacak en önemli başlığını ne olarak adlandırır dersiniz?.. “Hristiyanlıktaki sevgi sloganı, “Komşunu kendin gibi sev,” Hinduizm’deki şiddete başvurmama prensibi “Satyagraha” veya Marksizm’deki “İşçilerin İktidarı” veya “Herkese ihtiyacına göre,” şeklinde motto, İslam’da “Allah’a inanmak ve sâlih amel işlemek,” şeklindedir.

Bu prensipte İslam’ın iki temel direği bulunur. Bunlardan ilki (iman) iç duruşu, bir hikmeti, bilinci, bağlılığı, dünya ve evrenin iç resmini temsil ederken diğeri (Salih Amel) bu inanç çerçevesinde ve bu bilinçle davranmayı yani hareket etmeyi, yapmayı, kısacası dinin dışarıdan görünen kısmını temsil eder.”

Yine Bilge Krala yakışır bir tesbit.

“Tarihte hiçbir hakiki İslami hareket yoktur ki aynı zamanda siyasi bir hareket olmasın.

Bunun nedeni İslam’ın bir din olmasının yanı sıra bir felsefe, ahlâk, düzen, tarz ve bir atmosfer, tek kelimeyle entegre bir hayat biçimi oluşudur.” (Aliya İzzetbegoviç)

Allah cc. Kur’an da ne zaman, “İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn.”“(Şüphesiz biz iyilik, (ameli salih) yapanları böyle mükâfatlandırırız.)” diye buyurmuşsa, bu mükafatın evvelinde onu hak eden kişinin bir eylemini, erdemini görürüz. Örnek, dönemin “süper gücüne” karşı cesaret gösteren Davut’u (as.) Allah cc., bu cesaretinden sonra en üstün değerlerle ödüllendirmiş: “Davud Calut’u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden de öğretti.” (Bakara 251.)

‘Ashab-ı Kehf’ içinde aynı şeyi söyleye biliriz.

Dinin direği namaz, zirvesi cihat!.. Peki cihadın zirvesi nedir?..

“Zalim hükümdarın karşısında hakkı söyleyebilmek.”

“Kalkıp da, “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, O’ndan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?” dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.” (Kehf Sûresi.14-15)

Demek ki her cesaretin, her amelin, her bedelin önünde değil sonunda mükafat geliyor. Bir grup imanlı gençler zalimlere karşı kıyam ediyorlar, Allah’ta kalplerine manevî kuvvet veriyor.

Yani hiç kimse bir dert ve fikir çilesi olmadan boş boş ağacın altında oturup (Gotama Buda gibi) aydınlanamaz. Yine hiç kimse mallardan, canlardan Allah yolunda harcamadan, bedel ödemeden yan gelip yatarak “hayra, erdeme, hidayete” erişemez.

“Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her zaman iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut 69.)

Değerli okurlarımız,

Geçen sayıda yazarımız Murat Altun’un yazı başlığı sehven “Şehadet Teessüfümü Arz Ederim” olarak yayımlanmıştır. Doğrusu “Şehadet ve Teessüfümü Arz Ederim” olacaktı. Eksik olan “ve” bağlacı anlam değişikliği oluşturmaktaydı. Yazarımızdan ve siz okurlarımızdan özür dileriz.

Murad Altun—◄◄