Türkiye ve Fas’ta devlet ile din (İslam) arasındaki ilişki oldukça belirsiz ve karmaşık. Türkiye’de laiklik var. Din ve devlet hukuken birbirinden ayrılmış. En azından Türkiye’nin anayasanda böyle bir düzenleme var. Fas’ta ise devletin başı olan kral aynı zamanda dinin de başı. Din ve devlet ayrımı yapılmamakta. İki devlet arasındaki bu farka rağmen, her iki ülkede de İslam dinini kurumsal olarak temsil eden bir kuruluş yok. İslam dini toplumsal hayatın her alanında var. Camiler, namaz kılan insanlar, başörtüsü kullanan kadınlar, üniversiteler, vakıfları, diyanet teşkilleri, hayır kurumları ve çok çeşitli alanlarda çalışan vakıflar vb. Toplumun ortak kültürü, normları, değerleri genelde İslami kaynaklı. Belirgin olarak iç içe geçmişlik var.
Katoliklere atfen Müslümanlar genellikle ‘İslam’da ruhbanlık yok’ diye öğünürler. Bu hususta ‘Allah’la kul arasında aracıların olmaması kast edilir’. Bu, bireysel olarak inananı korur veya onun, Allah adına, istismarını zorlaştırır. Hayatın gerçekliğinde ise, bu koruyucu önlem öyle pek de işe yaramamaktadır. Ancak bu bireyin ve dinin istismarı ve araçsallaştırılması sadece bu düzeyde ortaya çıkmaz. Devlet/08politik otorite dinî olanı araçsallaştırabilir ve hatta dinî olanı politik amaçlar için istismar edebilir. Devlet/politik otoritenin karşısında dinî olanın temsil edilmemesi hem dinî (İslami) ve hem de bireysel olarak inan insanı istismara elverişli yapmaktadır. ‘Ruhbanlığın’ olmaması bunun en temel dayanağıdır. Nitekim hem Fas’ta hem Türkiye’de ve hem de bütün İslami ülkelerde politik otorite (devlet yetkisini kullanırken), İslami, dinî kaynakları, değerleri, normları ve İslami kurumları hep istismar etmiştir.
Tarihte de bu böyle olmuştur. En az istismarın olduğu dönemlerde ise ‘din’ destekleyici/meşrulaştırıcı kaynak olarak devreye sokulmuştur. İslam dünyasında politika/devlet her zaman dine karışmıştır. Türkiye’de ‘sahih dini’ insanlara öğretmeyi devlet kendine görev bilmiş ve böylece ‘sahih’ İslam’ın ne olduğunu belirleme yetkisini kendine has kılmıştır. Hatta, dinî hayatı hurafelerden arındırmayı dahi Türkiye devleti kendi görevi saymıştır. Bu iki görevi de hukuki olarak anayasasında düzenlemiş. Buna bağlı olarak da devlet bünyesinde büyük birimler (Diyanet, İlahiyat Fakülteleri, Dinî Enstitüler ve bunların türevi olan vakıflar) kurmuştur. Bu kanallar üzerinden devlet her zaman dinî hayata müdahil olmuş ve dinî pratiklerin şeklini, çerçevesini belirlemiştir.
Benzer bir durum Fas devleti için de geçerli olmuştur. Kral’ın dinî otoritesine bağlı olarak orada da sayısız dinî kurumlar (vakıflar, ulema meclisi, eğitim kurumları, diyanet) vardır. Bu kurumlar üzerinde Fas Devlet dinî hayatı yönlendirmekte ve çerçevesini belirlemektedir. Her iki ülke de bu yetkilerini/görevlerini, dinî hayatın kolaylaştırılmasına yönelik olarak, ‘hizmet’ adı altında kullanmaktadırlar. Bu uygulamaların neticesinde her iki toplumda da ortaya ‘resmî’ veya ‘makbul’ bir dinî pratik, inanç ve anlayış çıkmıştır. Toplumun sosyal düzeni, hukuki yapısı, ekonomik isleyişi ve politik hassasiyetleri ile çatışmayan bir dini pratik vardır. Hatta bu unsurları meşrulaştırarak, toplumun bütünlüğü için çimento olmak ve gerilimleri dengelemek dinin önemli işlevlerinden birisi olmuştur. Bu yönde yaptığı katkılar sayesinde de din (İslam) toplumun merkezine yerleşmiş ve en ince noktalarına kadar etkindir.
Her iki toplumda yaşayan ve çoğunluğu oluşturan Müslüman toplum İslam’ın bu ‘resmî’ konumundan oldukça memnunlar. Politik otoritesinin etkisinde olan bu devlet kurumları üzerinden devletin ‘din işlerine’ karışmasını, yönlendirmesini, düzenlemesini, sınırlarını çekmesini sorun olarak görmüyor. Din adamlarının (imamların, din dersi öğretmenlerinin, müftülerin ve D.İ. Başkanın) memur olması kesinlikle olağan sayılıyor. Hatta bu imkânları oluşturduğu için devlete karşı minnet duygusu besliyor. Bu imkânlar sayesinde toplumsal etkinliği çok güçlü ve devamlılığı olan bir din ortaya çıkıyor. Toplumsal olarak etkin ve yaygın konuma karşı, devletin/politikanın din işlerine karışması birbirini dengeliyor. Bu karşılıklı etkileşimden her iki kaynakta/otoritede kazançlı çıkıyor. Tarihsel olarak İslam, başlangıcından belli, devlet/politika ile ortaklık yapıyor. Onu yadsımıyor, kendine muhalif olarak görmüyor. Devletin gücünü kendisinin etkinliği için devreye sokuyor. Nitekim İslam tarihinde ‘devlet-din ayrımı’ ortaya çıkmıyor. ‘Ayrımı’ ve ‘ayrı alanları’ savuna bir âlim de çıkmıyor. Dikkat çeken tek husus saygın âlimlerin, politikadan ‘uzak duracaksın’ şeklinde bir tutumudur. Bunun dayanağı da avam halk için ‘güveni’ kaybetme kaygısı. Çağdaş âlimler dahi din-devlet işlerinin ayrılmasını savunmuyorlar. Politikacılar ise, her zaman dini olanı araçsallaştırma imkânının avantajına yöneliyorlar. Politik liderin dindar olması buna engel olamıyor. Hollanda toplumunun din-devlet ilişkisi bakımından tarihsel gelişimi başka oluyor. Bunun nedeni belki de Hristiyanlık ve İslam arasındaki farktan kaynaklanıyor olabilir. Belki de İslam’a nazaran Hristiyanlık daha politik. Hristiyanlık özü bakımından, tanrının yanında, ikinci bir otoriteyi kabul etmiyor. Devleti ve politik otoriteyi ‘işgal’ veya ‘boyun eğdirmek’ istiyor. Nitekim Avrupa’da ortaya çıkan ‘din savaşları’ bunun göstergesi niteliğinde. Bu savaşlara binaen din ve devletin ayrılması, birbirlerine has alanların oluşturulması tek çözüm olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa tarihinde ayrıştırma Fransa ihtilali (1789) ile belirginleşiyor. Buna rağmen Hollanda’da 19. asrın birinci yarısında din-devlet iç içe geçmiş bir ilişkiye sahipler. Protestanlığın ‘hervormde’ mezhebi ‘resmî’ ve ‘hakiki Hristiyanlık’ olarak konumlanıyor. Din adamlarını devlet istihdam ediyor. Kilislerin idareleri kral tarafından atanıyor. Dinî kurumlar devlet memurları tarafından teftiş ediliyor. Bu ilişkilerde ‘sapık’ dinler (Katoliklik, Yahudilik, vaftizciler vb.) de belirleniyor. ‘Sapık’ olarak nitelenen dinler ve mezhepler, devlet tarafından dışlanmaktan, kontrol altına alınmaktan, alanlarının kısıtlanmasından, yer altına itilmekten büyük rahatsızlık duyuyorlar. Hollanda toplumu ikiye bölünüyor, iki sınıf insan oluşuyor, sadık olanlar bir tarafta, şaibeli (hain olmaları mümkün) olanlar diğer tarafta. ‘Hervormd Kilisesi’ daha da baskınlaşıyor ve şımarıyor. ‘Seçilmiş’ dinî gelenek olmak yetmiyor. Daha fazlasını istiyor. Diğer dinlerin, mezheplerin yok edilmesi ve devleti bunun için devreye sokmaya çalışıyor.
Tabi ki bu sürdürülebilir bir tutum değil. Tek bir dinî geleneğin hâkim olması, toplumsal birlik ve barış için tehdit oluşturuyor. Hollanda’nın 1848 anayasası bu gerilime ‘ayrıştırma’ ile kalıcı çözüm buluyor. Fransa’daki gibi değil. Hollanda’nın, din-devlet işlerinin birbirinden ayrılması Devlet’in her dine ve mezhebe ‘nötr’ ve ‘aynı mesafede’ olması şeklinde düzenleniyor. ‘Seçilmiş ve avantajlı’ dini mezhep kalkıyor. Bu tarihten itibaren artık bütün dinler ‘eşitleniyor’. Resmî veya objektif olarak ‘sapık’ din nitelenmesi kalkıyor. ‘Öteki’ veya ‘tehlikeli’ olarak nitelenen din kalkıyor. Devlet artık hiçbir dinî kesimi kontrol veya teftiş etmiyor. Devletin dinî pratikler hakkında bir görüşü de olmuyor. Dinî cemaatler ve kiliseler de devletin alanına karışmıyor. 19. asrın ikinci yarısında ve 20.asırda bazı yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuluyor ancak, ‘nötr’ ve ‘eşit mesafe’ Hollanda devletini dinlerle ilgili tutumunun temel karakteri olarak iyice yerleşiyor.
Kamu düzenini bozacak bir eylemde bulunmadığı surece, bütün dinî gelenekler ‘özgür’ oluyor. Şimdiki anayasa bu temel özgürlük hakkını altıncı madde düzenliyor. 20. asrın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlayan toplumsal ‘sekülerleşme’ bir taraftan devletin ‘nötr’ tutumunu pekiştiriyor, dinin toplumsal etkinliğini azaltıyor ve dini daha da özel alana itiyor. Böylece dinî alan ‘özel’ olurken, bunu dışında kalan alanlar ‘kamu’ olarak niteleniyor. Dinî alanda etkin olan kaynak, kutsal metin ve dinî gelenek olurken, din dışı alanlarda yönlendirici olan rasyonel/dünyevi gerekçeler ve hedefler olmuştur. Bu görev ve alan paylaşımında ‘din ve kilise’, başka alanlara karışamadığından, kendi alanına ve görevine yoğunlaşıyor. Devlete karşı ise ‘karışamazsın’ tutumunu kurumsallaştırıyor. Din eğitiminde, ibadetlerin icrasında, kiliselerin inşasında, din liderlerin finanse edilmesinde ve eğitilmesinde, dinî kurumların yapılandırılmasında, dinî kimliğin belirlenmesinde alabildiğine ‘özgür’ ve ‘bağımsız’ olmuşlardır. Bu alanlarda işini iyi ve etkin yaparak, etkin olmadığı alanlarda ortaya çıkan ‘zararı’ dengelemeye de çalışıyor. Bunun için bazen de daha etkin çalışma yapmak adına toplumdan ‘geri’ çekiliyor.
Kamu alanının seküler olarak düzenlenmesi, devletin bütün dini geleneklere eşit mesafede olması ve karışmaması, dinî geleneklerin kendi özel alanlarına yoğunlaşmaları ve belli oranda toplumsal olandan soyutlanmaları iyice dengelenmiş ve oturmuş durumda. Ve hiçbir taraf bu dengeyi bozmak istemiyor. Herkes memnun.
Hollanda’da, İslam’ın ve Müslümanların yerleşikleşmesinin, bu oturmuş dengeli durumu germekte olduğu ortaya çıkıyor. Bunun nedeni, başlangıçta ifade etmeye çalıştığım gibi, Müslümanların kendilerine has tarihsel deneyimi gibi gözüküyor. İslam’ın toplumla iç içe geçmiş olmaması, Hollanda’nın ayrıştırılmış toplumsal yapısı ile uyumlu değil. Yerleşik dinî geleneklerin hepsinin kurumsal temsilcisi varken, Müslümanlar bundan kaçmaktadırlar. Devlet tarafından resmen tanınmış CMO, Müslümanların tutumundan dolayı oldukça kırılgan ve zayıf kalmaktadır. Tarihsel olarak İslam’ın, devlet otoritesi karşısında, sivil ve kurumsal olarak temsili olmamıştır. Yani Müslümanların tarihsel deneyimi CMO gibi bir kurumu yadsırken, Müslümanların yeleşikleşmesi CMO gibi bir kurumu öngörmektedir. İslam ve Müslümanları temsilen sivil bir kurum olmadığında, devlet otoritesinin karşısında yer alması gereken ‘İslam din/cami’ olmamaktadır. Dolayısıyla da İslam bağlamında din-devlet ayırımı yok olmaktadır. Artık Devlete ‘uzak dur’, ‘karışma’ diyecek bir otorite yoktur. Nitekim Hollanda devletinin bu ‘ikili tutumu’ gittikçe belirginleşmeye başlıyor. Hristiyan ve Yahudilere karışmayan devlet Müslümanların ve İslam’ın her yönüne karışmaya çalışıyor.
Mevcut hükûmetin koalisyon anlaşmasına göre, hükûmet ortakları camilerde verilen din eğitimini denetlemek için yeni düzenleme yapacaklarına söz vermişlerdi. Hâlbuki önceki hükûmetler de bunu denemiş, iyice araştırmış ve bunun imkânsız olduğu sonucuna varmışlardı. Geçtiğimiz haftalarda Eğitim Bakanı Wiersma bu hususta gerek gördüğü adımları attı ve bu konu ile ilgili politikasını meclise gönderdi. Oldukça uzun bir metin. Bakan “cami eğitimini (informele scholing) kesinlikle denetleyeceğim” tutumunda. Bunun için nasıl bir yol izleyeceğini, hangi gerekçelere tutumunu dayandıracağını anlatmakta. Sonraki aşamada kanuni düzenleme yapacak ve hangi koşullarda eğitim müfettişi camilerde verilen dinî eğitimi denetleyebilecek. Yani devlet iyice din işlerine karışacak gibi. Temsilciler Meclisi, bakanın bu politikasını destekleyecek gibi görünüyor. Bu durumda güçlü CMO’ya olan ihtiyaç bir daha ortaya çıkacak, ancak Müslümanların tarihsel deneyimi buna engel olacaktır. Belki de Müslümanlar devlete ‘din işlerimize karışabilirsin, bunun karşılığında, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, imamların maaşını ödesin koşulu ile’ tutumu oluşacak.
Yani karmaşık bir durum. Ancak şunu öngörmek mümkün görünüyor: Bu politik tartışmalar, ister somut bir neticeye varsın isterse varmasın, Müslümanların toplumsal konumunu devamlı kırılganlaştırıyor. İslami belirgin olarak güvenlik meselesi yapıyor ve toplumsal barış ve birlik için ‘tehdit’ olarak konumlandırıyor. Bu da İslam’ın ve Müslümanların yerleşikleşme sürecini yavaşlatıyor, durağan hâle getiriyor ve Hollanda toplumunun daha da aşırı sağa kaymasına neden oluyor. Raşit Bal —◄◄