Bu sayı için “Gezi notlarınızı yollayın, gazetemizde paylaşalım” çağrımız bazı okurlarımız tarafından kabul gördü. özellikle Türkiye izlenimlerinizi duymak, bilmek, okumak ve paylaşmak isterdik. Hâlâ da ve her zaman bekleriz. Geçen sayılarda yazarlarımızdan Ergün Madak’ın “Fas” izlenimlerini paylaşmıştık. Bu sayıda da yazarımız Talha Yıldız Osmanlı Medeniyetinin hâlâ canlılığını koruduğu Bosna-Hersek gezisini paylaşıyoruz. Elbette gitmeden, görmeden anlatılanlar yavan ekmek gibi tatsız olur ancak yine de oraya yolu düşürmek için çok önemlidir diye düşünüyoruz. Gezi notlarını keyifle okuyacağınızı ve hayli istifade edeceğinizi düşünüyoruz.

Ibn Haldun, devletlerin insan hayatına benzer bir şekilde doğduğunu, büyüdüğünü ve öldüğünü söyler. İnsan hayatı ve devlet arasındaki benzerlik, insanın ölümü ve devletin çöküşünde daha belirgindir. Nasıl ki hayatının sonuna gelmiş bir insanın ölümünü önlemek ya da acısını hafifletmek için çeşitli tedavilerin uygulanıyorsa, benzer bir şekilde bir devlet dünya sahnesinden çekilmeye yüz tuttuğunda, o devletin çöküşünü önlemek için farklı düşünce akımlarının ortaya çıktığı görülür. Bu alınyazısından nasibini almış Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde de, kaynaklardan öğrendiğimize göre İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık akımları Osmanlı’nın çöküşünü önlemek adına çeşitli fikirler öne sürmekteydi.

Bu düşünce akımlarının temel tezlerini kabaca ifade edecek olursak, İslamcılığın, kurtuluşun İslam’a dönüş ve Müslümanlar arasında kardeşliğin yeniden tesis edilmesinde, Türkçülüğün, Türklerin ata yurdu olan Orta Asya Türkleriyle yeniden buluşması ve birleşmesinde, Batıcıların ise kurtuluşun Batı’nın değerlerini benimsemesinde gördüğünü ifade edebiliriz. Bu akımların günümüz temsilcilerinin siyasi ve coğrafi ufkuna baktığımızda, İslamcıların odak noktasının Orta Doğu özelinde Arap dünyası, Türkçülerin Türk Cumhuriyetleri ve Batıcıların AB ve ABD olduğunu söyleyebiliriz.

Yukarıda zikredilen akımlar ile aynı dönemde ortaya çıkmış, ancak etkisi bu üç düşünce akımından daha sınırlı olmuş ve kanaatimce İslamcılık ve Türkçülük arasında yer alan bir düşünce akımına da işaret etmekte fayda var. O da Yahya Kemal’in başını çektiği kültür milliyetçiliğidir.

Anadolu ve Rumeli’de şekillenen milliyet

Yahya Kemal’in yazı ve şiirlerinden anladığımıza göre, kendisi Anadolu coğrafyasında yaşayan Türklerin kökeninin Orta Asya’ya dayanıyor olmasına karşın, Malazgirt’ten itibaren Türklerin gerek Anadolu’da gerekse Rumeli’de kendine has bir din, sanat ve kültür anlayışı geliştirdiğini ve bu nedenle bu bölgenin Türklerinin, Orta Asya ile irtibatlarının kalmadığını düşünür. Yahya Kemal, kanların ve kültürlerin birbirine karışması sonucunda Anadolu ve Rumeli’de yepyeni bir milliyet doğduğunu savunur. Bu minvalde Mimar Sinan’ın kan bakımından Türk olmamasına rağmen, inşa ettiği Süleymaniye’nin bu milliyete ait olduğunu, keza bir Rum mühtedisi olan Koca Mustafa Paşa’nın camiye çevirdiği kilisenin etrafında İstanbul’un en milli mahallelerden birisinin inşa edilmiş olduğuna dikkat çeker. Yahya Kemal’a göre bu milliyetin terkibi, özeti ve tecelli yerini görmek isteyen kişi, İstanbul’a bakmalıdır. Zira fetihten sonra gelişen hat sanatından musikiye, ev mimarisinden külliye mimarisine kadar bu milliyetin izlerini görmek mümkündür. Şu hâlde Yahya Kemal açısından İstanbul, Osmanlı medeniyetinin zirvesini temsil eder.

Yahya Kemal’le tanıştıktan sonra, bugüne kadar yapmış olduğum İstanbul seyahatlerinin bilinçten yoksun olduğu kanısına vardım. Bu nedenle geçen yıl bilinçli bir İstanbul seyahati planladım. Ama gel gör ki günümüz İstanbul’u, Yahya Kemal’in İstanbul tasvirlerinden çok ama çok uzakta. İnsan kalabalığı, trafikteki yoğunluk, gürültü, çarpık kentleşme ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan insanların bir arada bulunduğu İstanbul, adeta yorgun ve bitkin bir şehre dönüşmüş. Yahya Kemal’in bahsetmiş olduğu Türk milliyetinin zirvesi olan İstanbul’da, bir taraftan Süleymaniye, Fatih ve Eyüp Sultan gibi camilerde Osmanlı medeniyetinin izlerini hala görmek mümkün iken, diğer taraftan apartmanlar arasında kalmış çeşme, kabir ve türbe görüntüleri, insanın içini acıtıyor. Benzer manzaralara Türkiye’nin farklı şehirlerinde de şahit olduğumu bu bağlamda belirtmek isterim.

Bosna’yı savaşla özdeştirmek yanılgısı 

Ne var ki, Osmanlı medeniyetinin zirvesini temsil eden İstanbul’un genel manzarası üzücü olmasına karşılık, yakın dönemde yapmış olduğum Bosna seyahati sayesinde, Osmanlı medeniyetinin Bosna’da hala canlı olduğunu öğrenmiş oldum. Bu durumun beni çok şaşırttığını itiraf etmem gerekir.  Çünkü benim kuşağım açısından Bosna, savaşla özdeştirilen bir ülkedir. Her ne kadar yaşımdan dolayı 1992-1995 yıllarındaki savaşı hatırlamasam da, çocukluğumdan beri yakın dönemde o ülkede büyük acıların yaşandığını biliyorum. Bosna’nın bir şekilde zihnimde kalmasını sağlayan bir başka husus ise, doğduğum ve yaşadığım ülke olan Hollanda’nın Srebrenitsa katliamındaki rolü olmuştur. Mesela çocukken Srebrenitsa katliamından dolayı dönemin Hollanda hükümetinin düştüğünü iyi hatırlıyorum. Bunun yanında yıllar içerisinde bazı Boşnaklarla tanışma fırsatı da buldum. Tanıdığım Boşnaklar cana yakın olmalarına karşılık, dini vecibelerini yerine getirmediklerini dikkatimi çekmişti. Muhtemelen bu tecrübem, Boşnakların Müslümanlıklarının farkında olmayan bir toplum olarak zihnimde yer almasına yol açmıştı ki, aynı bakış açısını çevremde de bulmak mümkündü. Bosna hakkındaki ezberimi bozacak ilk olayı, Aliya İzzetbegoviç’in ‘Doğu ile Batı arasında İslam’ kitabını okuduktan sonra yaşamıştım. Müslümanlığının farkında olmadığına inandığım bir toplum içerisinden bu denli büyük bir Müslüman mütefekkirin nasıl yetişmiş olabileceğini kendi kendime sorduğumu hatırlıyorum.

Fark ettiyseniz, yukarıda Bosna’yla ilgili sadece savaştan bahsettim. Fakat Bosna tarihini yüzeysel olarak incelediğimizde bile, Bosna’nın sadece savaşla özdeştiriliyor olmasının Bosna tarihine haksızlık olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Çünkü Bosna’nın 400 yılı aşkın bir süre (1463-1878) Osmanlı idaresinde altında yer almış bir coğrafya olması, Bosna’nın daha geniş bir perspektiften ele alınması gerektiren sebeplerden sadece birisidir. Bu durum sadece Bosna’ya özgü de değil. Bilindiği üzere, Anadolu Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, 14. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu topraklarında beylikler hüküm sürmeye başlamıştır. Bu beyliklerden birisi olan Osmanoğulları, hızla günümüzde Balkanlar diye adlandırılan Rumeli coğrafyasının farklı bölgelerini fethetmeye muvaffak olmuştur. Ve bu süreç, Osmanlı’nın Anadolu’nun tamamına hakim olmadığı dönemde gerçekleşmiştir. Bu minvalde İlber Ortaylı’nın Osmanlı’nın 14. ve 16. yüzyıllar arasında bir Balkan İmparatorluğu olduğu yönündeki tespiti manidardır. Dolayısıyla Yahya Kemal’in, Türklerin Malazgirt’ten itibaren gerek Anadolu’da gerekse Rumeli’de kendine has bir din, sanat ve kültür anlayışı geliştirdiği yönündeki görüşü, bu bilgiler ışığında anlamlı hale geliyor. Demem o ki, Balkanlarla olan ortak tarihi geçmişimiz, Türkiye ile bu bölge arasında bir ayrım yapmamayı gerektirir.

Bu nedenle aşağıda Osmanlı medeniyeti perspektifinden hareketle Bosna’yla ilgili izlenimlerimi paylaşmaya çaba sarf edeceğim. Her ne kadar seyahat süresince Saraybosna dışında Travnik, Konjic, Mostar ve Blagaj gibi şehirlerini ziyaret etmiş olsak da, Saraybosna şehri yazının merkezinde yer alacaktır. Bunun başlıca nedeni Saraybosna’nın tarih boyunca Bosna coğrafyasının merkez şehri olmasıdır. Nitekim Saraybosna’nın tarihi eserlerini diğer şehirlerle kıyaslandığında, Saraybosna’nın bariz bir üstünlüğe sahip olduğu görülür. Keza günümüz Saraybosna’sı, ülkenin başkenti olması yanında nüfusunun kahir ekseriyeti Müslümanların oluşmakta. Bu sebeple gerek kadim Osmanlı şehir planlanması gerekse Müslüman nüfus nedeniyle şehirde Müslüman havası esmektedir ve aynı zamanda – aşağıda anlatacağım üzere – Saraybosna, Osmanlı medeniyetinin hâlâ canlı olduğu bir şehirdir.

 

Bosna’nın siyasi durumu

Gelelim Bosna seyahatine..

Saraybosna havalimanından konaklayacağımız hotele doğru yola çıkıyoruz. Şoför, Saraybosna’ya varışımızın iş çıkışına denk geldiği için, kalabalığa takılmamak için başka bir güzergah takip edeceğini bize anlatıyor. Güzergah üzerinde Sırbistan bayraklarıyla karşılaşınca, bulunduğumuz mahallede Sırpların ikamet ettiğini anlıyoruz. Bilindiği üzere, Bosna Hersek’in nüfusunun yaklaşık yarısı Boşnaklardan, yüzde otuzu Sırplardan, yüzde yirmisi Hırvatlardan ve yüzde beşi diğer etnik gruplardan oluşmakta. Bir ülke elbette farklı etnik gruplardan oluşabilir. Ancak farklı etnik grupların huzur ve sükûnet içinde yaşayabilmeleri için, din, lisan, kültür ya daha ortak geçmiş hafızası gibi bazı ortak paydaların olması zorunludur. Her ne kadar Boşnak, Sırp ve Hırvatlar arasında ortak lisan ve asırlar boyunca bir arada yaşama tecrübesi olsa da, 1992-1995 yıllarındaki savaş, onarılmaz yaralar meydana getirmiş. Nitekim Bosna’da yaşayan Hırvatların, tıpkı Sırplar gibi yaşadıkları bölgelerde Hırvatistan bayraklarını astıklarına şahit olduk. Ülke sınırları içinde Sırp ve Hırvatların farklı bayrakları asmaları, bir yandan bu grupların başka devletlere aidiyet duygusuna sahip olduğunu gösterirken, diğer taraftan bu grupların zoraki bir arada yaşadıklarını gösteriyor. Nitekim savaşı sonlandıran Dayton antlaşmasının ortaya çıkardığı siyasi-idari yapıyla, en başından itibaren ülkede birlikteliğin oluşmasının önüne geçildiğini söylemek abartı olması gerek. Ülkenin Boşnak, Sırp ve Hırvat üyelerden oluşan dönüşümlü bir Cumhurbaşkanlığı Konseyi tarafından yönetilmesi, ülke içerisindeki Sırp Özerk Cumhuriyeti ve çeşitli kantonların varlığı, ülkedeki kargaşa ve istikrarsızlığı gözler önüne seriyor.

Dirilişin sembolü olarak Kovaçi Şehitliği

Biz Saraybosna şehrine geri dönelim.

Arabayla bir tepeden Saraybosna’ya giriş yaptığımızda, Saraybosna’nın dağlar arasında yer alan bir şehir olduğunu hemen fark ediyoruz. Bu yönüyle bize ‘yeşil’ Bursa’yı anımsatıyor. Ama bir farkla. Günümüz Bursa’sı, nüfus yoğunluğu ve yüksek binalardan dolayı yeşilliğinden çok şey kaybetmiş olduğu hâlde, Saraybosna, eski fotoğraflardaki Bursa’yı andırıyor. Aslında bu duruma çok şaşırmamak gerek. Çünkü Saraybosna şehri, Osmanlı tarafından kurulmuş bir şehirdir.

Gelelim konakladığımız hotel ve muhitine. Hotele vardığımızda, hotelin tam da Kovaçi şehitliğinin yanında olduğunu görüyoruz. Malum, modern insanlar olarak mezarlıklardan ürkme gibi kötü bir alışkanlığımız var. Mesela İstanbul gibi metropol bir şehirde balkonu mezarlıklara bakan apartmanların fiyatlarının, mezarlık manzarası olmayan apartmanlara nazaran daha ucuz olduğunu yıllar önce haberlerden öğrenmiştik. Oysa bizim medeniyetimizde mezarlıkların sadece şehrin merkezinde yer almaz, aynı zamanda mezarlık içindeki mezar taşları adeta bir sanat eseri olarak karşımıza çıkar. Aynı durum Kovaçi şehitliği için de geçerli. Kovaçi şehitliği, bembeyaz görünümüyle adeta bir cennet bahçesini andırıyor. Belki de görebilen gözler için gerçekten bir cennet bahçesi. Şehitlik, zahiren bu dünyadan göçmüşlerin defnedilmiş olduğu yer olsa da, batınen Boşnakların direnişi, şahlanışı ve yeniden dirilişinin sembolü olduğu görülüyor.

Şehitliğe girdiğimizde, burada medfun bulunanların 1992-1995 yıllarında şehit düştüklerini mezar taşlarından anlıyoruz. Şehitliğin içinde bir mezar hemen dikkat çekiyor. O da Aliya İzzetbegoviç’in mezarı. Bir mütefekkir ve devlet adamı olan Aliya’nın mezarı, tıpkı yaşantısı gibi oldukça mütevazi. Mezar taşında yer alan Arapça Abdullah yazısı, kendisinin Allah’a kul olmayı bütün dünyevi makam ve şöhretlerden üstün gördüğünün bir delili. Bu noktada kendisine yakıştırılan bilge kral tabirini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bununla beraber Aliya’nın mezar taşında yer alan Boşnakça ‘Biz asla köle olmayacağız’ sözü, adeta Kovaçi mezarlığının varlık sebebini açıklar vaziyette.           (Devam edecek)

Talha Yıldız —◄◄