İstanbul’dan bakıldığında Uludağ’ın gözüktüğünü yeni öğrendim.

Sokağa çıkma yasakları hava kirliliğinin ortadan kalmasına ve Uludağ’ın görülebilmesine sebep olmuş. Yıllarca İstanbul ile Uludağ’ın arasına insanlar girmiş meğerse. İlginç geldi bana bu durum.
Zira bizim dışımızdaki varlığın yaratıldığı saflıkta hayat sürebilmesi, insanın geri çekilmesi ile, yerini/haddini bilmesi ile mümkün olabiliyor. Modern hayat bize, bizim dışımızda her ne varsa rakip olduğunu ve yenilmesi veya tahakküm altına alınması gerektiğini sistemli(!) bir şekilde dayatıyor.

Yaşamayı kuralsız kazanmak olarak gösteren bu sistem beraberinde ifsadı getirmektedir. Rûm suresi 41. ayet bakın ne diyor; “[Allah’ın buyruklarını umursamaz hâle gelen şu] insanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı: Bu şekilde [Allah], belki [doğru yola] geri dönerler diye yaptıklarının bazı [kötü] sonuçlarını onlara tattıracaktır”.
Ayet bize başımıza gelenlerin neden olduğunu açıklıyor.
Fakat ‘bu kötü durumun devam etmesi mümkün değildir, bir an önce hayata şu istikamette bakmalıyız’ diyecek insanlar da yani bizler de çevremize/varlığa nobran bir şekilde bakıyoruz.

Mersin’de Tahtacılar olarak bilinen yöre halkı ormanda ağaç kesme işine başlamadan önce şöyle dua ederler; “Ormana çocuklarımın rızkını temin için gidiyorum / Ekmeğimi aşımı ormandan çıkartıyorum / Genç fidan kesmiyorum / Kestiğim ağaçlardan af diliyorum / Beni bu dağlarda kazalardan belalardan koru Allah Allah / Kazancımı kabul eyle Allah Allah / Haram lokma hanemize girmesin Allah Allah / Kötüye uğursuza yoldaş etme Allah Allah / Yolumuz doğruluk yolu olsun Allah Allah / Doğanın bütün nimetlerine aşk ile Allah Allah.”
Şimdi bu yaşayan hâli, nasıl şerh etmeli. Şehrin bir yerine ağacı dua ile kesen insanlar, bir başka yerinde ise betonun tahakkümü. Bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor zira bu basite alınacak bir durum değil. Bunun inancın sarahati ile elimizde ki güce yüklediğimiz anlam arasındaki dengeyi kurup kuramamakla alakalı olduğunu söyleyebiliriz. “Onlara güç verdiğimizde ilk önce toprağı ve nesli ifsat ederler.” ayeti tamda bizim şu anda sıkıştırılmış olduğumuz yeri işaret ediyor. Köy evini apartmanla değiştirmeyen insanın aptal, güvenlikli sitelerde topraktan ve gökyüzünden mahrum yaşamayı tercih edenlerin akıllı olduğunun kabul edildiği bir vasatta, dini yaşantıyı nereye koyabiliriz.

Allah rızası için işe çağrılan insanların gözlerinin hep arkada olması, pastadan pay alamama korkusu Allah korkusunu bastırmış vaziyette.
Şu anda cami yapma ve yaşatma dernekleri/vakıfları istemediğimiz kadar varken, bu işlerin yanında başka işlerinde göz önünde bulundurulması gerektiğini unutmamalıyız.

Hamasetle hep övündüğümüz ecdadın kurduğu bazı ilginç (evet bize şimdi ilginç geliyor) vakıflar var. Mesela; “Çevreyi Güzelleştiren Vakıf – Nebioğlu Cafer Çelebi Efendi Vakfı – İstanbul M.1569, Boğazda Temiz Hava Aldıran Vakıf – Ramazanoğlu Hacı Nurettin Ağa Vakfı. İstanbul. M.1730, Çevre ve Ormanı Koruyan Vakıf – İsmail Zühtü Paşa Vakfı. İstanbul. M.1885, Şehir Estetiğini Koruyan Vakıf – Mehmet Hayri Paşa Vakfı. İstanbul M.1903”

Buraya kadar sizin de hak vereceğiniz şeyler okudunuz. Ama bunların bize burada ne faydası var diye sorabilirsiniz. Bu sorunun tam bir cevabını aramalıyız. Ama birlikte. ‘Ele verir telkini kendi yutar salkımı’ tarzında bir yaklaşım suyu bulandırır. Cevaba katkı olarak şunu söyleyebiliriz. Sahabe nesli gittikleri yerlere Efendimizden (AS) tevarüs ettikleri hikmetli hayatı da götürdüler. Bunu tebliğ etmediler, örnek oldular. Bu örneklikten anlamamız gereken husus, sadece mabed içinde ibadet hayatı değil. Külli bir hayat örnekliği. Bulundukları yerde risaletin bereketiyle merkez oldular. Parçalı değil bütün, pazarlıklı değil adanmışlıkla. Burada bu ülkede biz çevre olaylarına, insani problemlere, iktisadi çözümlere dair nasıl bir örneklik sergiliyoruz bunu düşünebilmeliyiz.

Olağanüstü bu zamanlarda ortaya çıkan en net tablo; azgınların / müfsitlerin elinde oyuncak olan bir dünya, azgınların/müfsitlerin ellerinde bulundurdukları imkânlara gözünü dikmiş bizler.
Bir ağacın altında gölgelenmenin adı olan bu dünya hayatını bölmeden ve parçaları birbirinden habersiz hâle getirmeden insanca bir melali yaşamalıyız. “Melal varsa, umut vardır.”Oraya” dönük derin tahassür, “oraya” bizi taşıyacak merdivenin ta kendisidir. Merdivende oturup ağlamak yerine, onu çıkmaya başlamak gerek.”.
“Azrail bizi bulmadan / Gel gidelim deli gönül.”
Not: Fotoğraftaki yer Bursa’da, 14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin edilen âşık Yunus’un, merkez Yıldırım ilçesinin Karamazak Mahallesi’ndeki türbesi.

Mehmet Şükrü Oflaz