Zor zamanlarda yaşıyoruz. Orta-Doğu’da çatışma ve savaş devam ediyor. Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Yemen, Filistin gibi ülkelerde çatışma belirgin. Sükûnet sağlanamıyor. Diğer Müslüman bölgelerinde ise ilişkiler ve devlet düzenleri gerilimli. Yeteri kadar oturmamış. Oralarda da her an çatışma çıkabilir. İslam dünyası bir türlü istikrar ve barış yolunu giremiyor. ‘Düzensizlik’ hâkim, İslami kaynaklar buna ‘fitne’ diyor.  İslam dünyasının politik otoriteleri, devletleri bu ‘fitne’ hâlini bir türlü gideremiyorlar.

Dün Suriye idi. Sonra Yemen öne çıktı. Bugün de Filistin. Müslümanlar travma üstüne travma yaşıyorlar. Hiçbir etkilerinin olmadıklarını defalarca deneyimliyor ve bu hâlden bir türlü kendilerini kurtaramıyorlar. Bu durumun bu kadar uzun sürmesi onları derin ikilemlere sokuyor. Hani İslam haktı? Hani Müslümanlar üstündü? Hani Allah kendine inananlarla beraber oluyordu? Bu inanılan referanslarla Müslümanların gerçekliği arasında büyüyen bir uçurum önümüzde. Tabi ki insanın kafası karışır, duygularını bozar, yönünü yitirir. Sürekli düşer, kalkar, çarpar ve düşer. Başına gelenin neden ve nereden geldiğini de kestiremez. Öfkelenir, bağırır, çağırır, hiç kimseye güvenmez. Herkes olur olanın düşmanı; cin de görür, başına geleni şeytan da beller, komplocu da olur. Olana ‘olmamalı’ idi der. Gerçekliğe yabancılaşır.

Filistin-İsrail çatışması Müslümanların bu hâlini bir daha gözümüzün önüne getirdi. Ve bizim cephede pek değişen bir şey yok. Sızı, derin,  acı, kargaşa, bağırma, öfke, suçlama, şikâyet, ölümler, kaçma ve kaos.

Bu nasıl oluyor?

Bu durumu sadece ‘düşmanın’ tutumu ile açıklamak yeniden tekrarı öngörüyor. ‘Düşman’ her zaman fırsat kollar ve en uygun zaman da ‘doğru’ bildiği hamlesini yapar.

Düşman acımaz, merhamet göstermez, fırsatı kullanmayı tehir etmez. Ederse, darbesini daha kesin yapmak için olur. Düşmanın bütün çabası düşmanını yok etmektir. Düşmanların yenişmesinde belirleyici olan hep güç olmuştur. Silah gücü, organize gücü, stratejik bilgi, mobilete gücü falan. Tam bu hususta İslam Dünyası’nın bir türlü gideremediği, düzeltemediği derin mi derin bir yarası var. Düşmanların alt edecek silahları yok, organizeleri yok, stratejik bilgileri yok, mobilizeleri kısıtlı. Bu sonuca ‘kader’ demek de olmuyor. Belki itikadı olarak doğru ancak oldukça genel ve yüzeysel. Durumla ilgili bir şey ifade etmiyor. Bu durumda Müslümanların sahip oldukları tek şey Kur’an. Ve yenildiklerinde daha çok Allah’a güven ve yönelme var. Bu durum tam 3 asırdır böyle. Büyük bir paradoks da oluşuyor. Müslümanlar daha da Müslüman oluyor, daha çok cami yapıyorlar, dua ediyorlar, Kur’an okuyorlar, hacca gidiyorlar ancak hayat onları daha da savuruyor. Ve İslam Dünyası kolinize oldu, İslam medeniyeti çöktü ve Müslümanlar birbirine düştü. Tepe takla gidiyorlar. Daha ne kadar düşecek belli değil. Sürekli şok ve travma hâlinde olduklarından problem çözme yeteneklerini de yitirdiler. Düşmanlarını yenme şurada dursun, evlerinin önünü dahi temiz tutamıyorlar, kendilerini idare edemiyorlar. Sanki Müslümanların kıyameti kopmuş gibi.

Hayatı mı, Kur’an’ı mı Tefekkür Edeceğiz?

Ne olacak simdi? Tabi ki bilmiyorum. Belki de ilk adım güvenli bir yere ‘kaçmak’ ve anlamaya çalışmak. Derin ‘tefekkür’ olabilir. Tasavvufta olduğu gibi inzivaya çekilmek de olabilir.

Hızlı çözümlerin kolaylığından da uzak durarak.  Çökmesi üç asır süren ve halen sürmekte olan bir medeniyetin çocukların anlayacakları çok şey olması gerek. ‘Tekeri’ bir daha, tekrar tekrar keşfetme durumuna düşmeden.

Hayatı mı tefekkür edeceğiz, yoksa Kur’an-ı mı? Müslümanlarda yaygın olan yaklaşım, Kur’an’la başlamak. Tam Müslümanlara ait bir tutum. Gerçekliğe bakmadan, iyice kavramadan, hemen Kur’an’a yönelmek. Yaşadıklarımız bizi, çağrışımsal olarak olsa da Kur’an’a yönlendirmekte. Çok zengin olan İslam tarihi de Müslümanlar için kaynak. Başımıza gelene Kur’an ne diyor? Kur’an bu durumdan bahsediyor mu? Bunu nasıl anlamlandırmalıyız? Ancak Kur’an’a yönelen orada kendini buluyor.

‘Bulunanın’ Kur’an’ın muradı ve kastettiğinin aynısı olduğunu bilemiyoruz. âlim de olsak, sıradan inanan da olsak, Arap ve Acem de olsak fark etmiyor. Kur’an’ının muradını bulmak bizim için ‘zandan’ ileri gitmiyor. Ve her zaman ‘çağrışımsal’ oluyor. Bu gerilim ortamında ve bu kadar insanın öldüğü durumda Kur’an’ı okuyan başka şeyler anlıyor, refah, güvenli ve zengin ortamda Kur’an’ı okuyan başka şeyler anlıyor. Yani biz Kur’an’dan ancak ‘ilham’ alabiliyoruz. Bu da Kur’an’ın bizde bıraktığı bir iz oluyor. Benim için de böyle. Kur’an’dan hareketle ve ondan ilham alarak akıl yürütmeye böyle başlıyorum. Filistin’de olanlar da bana bunları çağrıştırıyor. Bu akıl yürütmede Kur’an ve Filistin bir araya geliyor.

Düzen ve Barış Odaklı Ümmet Toplumunun İnşası

Kur’an’ın ve İslami kaynakları ‘düzeni’ ve ‘toplumsal güvenliğe’ vurgu yapıyorlar. ‘Belirsizliği’ yadsıyor ve güvensizliğin nedeni olarak görüyor.

‘Allah kâinatı başı boş yaratmadı. Her şeyi bir düzene doydu’ diyor.

‘Düzen’ belirlilik ve öngörebilmek demek oluyor. Toplumsal olarak da İslam bir düzen hedefliyor. Düzenle ancak, barış ve güven sağlanabiliyor. Peygamberimizin düzensiz ve çatışma odaklı Arap aşiret toplumundan düzen olan ve ‘barış odaklı ‘ümmet’ toplumunun temelini attığını görüyoruz. ‘Düzensizlik’ kamu otoritesinin, kurumlarının ve onların temelini oluşturan herkesi birbirine bağlayan hukukun olmaması. Yani düzeniniz çökmüşse başınıza her şey gelebiliyor. ‘Çatışma odaklı’ olmak ise, insanlarının aidiyet ve bağlılık duygularının aile ve kabileden ileri gitmemesi anlamına geliyor. Farklı kabile, dinleri ve cemaatleri içinde barındıran bir coğrafya bu durumda ‘çatışma odaklı’ oluyor. Bir üst düzeyde (ulus, ümmet, medeniyet gibi) aidiyet duygusu oluşmamışsa, o bölgede yaşayan insanlar kendinden olmayanı ‘tehdit’ olarak algılıyor. Ondan uzak duruyor, karşılaştığında ürküyor, kaçıyor ve gerekirse ‘çatışıyor’.

Karşılaşma sık oluyorsa, çatışma da yaygınlaşıyor. Sosyal hayat ‘çatışma odaklı’ oluyor. Bu durumda da bir üst düzeyde, birbirine bağlı, düzeni olan toplum oluşmuyor. Böyle aşiret/kabile ilişkilerinin hâkim olduğu ‘toplumlarda’, bir şekilde (işgal, şiddet ve korku ile) oluşmuş olan, politik otoritenin meşruluğu da zayıf oluyor. Toplumsal dayanışmayı önemseyen, kendi aşiretinden olmasa da beraberliğe inanan, ülkesine bağlı, devletine tutkun olan sorumlu, yetkin ve müstakil vatandaş oluşmuyor. Toplumsal aidiyet, aşiret ilişkisini (asabiyetini) geçmiyor.

İslam Dünyası’nın hâli tam bu şekilde…

Arap Müslümanlarının çoğunluk olduğu bölgelerde belirgin olarak kabile ilişkileri hâkim. Arap olan bireylerin çok azı kendini Arap devletleri ile bağlı hissediyor. Zoraki bir kabul var üstelik. Arap olmayan (acem) Müslümanlar bu süreçte daha ileri. Toplumsal aidiyet ‘ulus’ düzeyine çıkmış gibi görünüyor. İran, Pakistan, Endonezya, Türkiye gibi toplumlarda bu toplumsal aidiyeti görüyoruz ancak oldukça zayıf ve kırılgan.

Devlet/Kamu otoritesinin meşruiyeti henüz oturmamış, hâlen tartışmalı ve devletin otoritesi her yerde hissedilmiyor. Bu ülkelerde yaşayan insanların ciddi bir kesimi kendini devletin ‘vatandaşı’ olarak algılamıyor. Politik istikrarsızlık, toplumsal kutuplaşma, ortak zeminin zayıf olması, yolsuzluk, istismar ve liyakatsizlik bu ‘oturmamışlık’ hâlinin dışa vurumları olarak öne çıkıyor. Türkiye ve İran bu süreçte en ileri olan iki toplum olarak öne çıkıyor. Ancak bu iki ülkede de kamu kurumlarının ‘hukuk ve liyakat’ esaslı olmaları ileri aşamada değil. Müslüman toplumları ve devletleri için daha üst bir düzeyde olabilecek birliktelikler ise tam bir ‘hayal’. İslam Dünyası’nın düzeninin bozulmasının tarihi ne? Ve niçin yeni bir düzen kuramıyor Müslümanlar? Kur’an elimizde iken, İslam tarihi ortada iken.

Yakın tarihte İslam Dünyası’nın düzen kurucu devleti Osmanlı idi. Politik otoritesi oturmuş, merkezi-çevre ilişkisi dengesini bulmuş, toplumsal güvenliği ve refahı sağlayan kamu kurumları olan ve büyük bir coğrafyanın düzenini kuran bir devlet idi. İslam dünyasını -oldukça zayıf olsa da- temsil ediyordu. Bu durumda Osmanlı, Halifeler dönemi, Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Selçuklular, Memlukler ile oluşan İslam tarihinin devamı niteliğinde idi. Yani Osmanlı ile İslam tarihi devam etmekte idi. Üstelik Osmanlı ‘İslam medeniyetinin’ taşıyıcısı ve temsilcisi idi. Osmanlı halifesi bütün ümmetin dinî lideri idi. İslam ümmeti, ümmet birliği, dayanışma, ortak düşman, İslam dünyası gibi kurucu ve düzenleyici değerler/normlar Osmanlı üzerinden somutlaşıyordu. Osmanlı, İslam tarihinin 1000 senelik olgunlaşmasına ve deneyimine oturuyordu. Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı çöktü ve İslam tarihi son buldu. İslam düzeni de yıkıldı. İslam dünyasının toplumları ‘aşiret’ ilişkilerine geri düştü. Osmanlının son sadrazamı Said Halim Pasa, Osmanlı Devleti’ni çökertmeyi kendine politika edinen İngiliz ve Fransızlara karşı ‘Osmanlıyı çöküyor, ancak onun yerine neyin geleceğini belli değil, bölgede tekrar düzen kurmak asırları alabilir’. Tam olan bu oldu. Osmanlılık çökmesinin üzerinden bir asır geçti ve bölgede yeni bir düzenin oluşmasının belirtileri dahi yok.

İslam Dünyası, aşiret ilişkisi ve aidiyetin hâkim olduğu bir bölge olmayı sürdürüyor. Bu arada bölgenin nüfusu artıyor ve farklılıklar (etnik, mezhepsel, cemaat, kabile) daha da belirginleşiyor. Devletler ve sınırları yapay. Irak, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Cezayir, Libya, Sudan, Yemen, BAE gibi ülkelerin halkı kendilerini bir devletin vatandaşı olarak görmüyor. Onlar hâlen ‘tebaa’. Ya da bu devletlerin bölgelerinde yaşayan insanlar bu devletleri kendilerine ait, kendilerini de o devlete ait insanlar olarak konumlandırmıyor. ‘Niçin bu devlete ve onun kamu otoritesine itaat etmeliyim, vergi vermeliyim, gelişmesine katkı da bulunmalıyım, onun düşmanını düşmanım bilmeliyim’ şeklindeki sorulara olumlu ve içten cevap veremiyor. Bu devletlere ‘bağı’ ve ‘sadakati’ tamamen çıkara ve aldığı rantla orantılı oluyor.  Kim daha çok konum ve çıkar elde ediyorsa, devlete sadık o oluyor. Konum ve çıkarı olmayan ise, ‘hiç alakam yok’ deyip devletten ve kamu kurumlarından uzak duruyor, yabancı kalıyor ve kendi fırsatını kolluyor.

Sosyal yapısı ve toplumsal kavrayışı en belirgin olarak bu şekilde olan kesim belki de Filistinli Müslümanlar. Zaten Osmanlı döneminde de bu bölge dikkat çeken bir bölge değildi. İslam Dünyası’nda bir merkez değildi. Çevredeki İslami toplumların dikkatinde olan, ziyaret ettikleri, canlı tuttukları bir yer de olmadı. Filistin bölgesi, nüfus yoğunluğu az olan ve insanlar kendi başlarına olduğu bir bölge oldu. Ancak güvenli bir bölge.

Ekonomik olarak cazibesi de olmayan. Bundan dolayı Yahudiler için pek ilginç olmayan bir bölge. Çoğunluğun Filistinli-Arap azınlığın ise Yahudi Hristiyan olduğu bir bölge. Dinî bakımdan bu bölge, daha çok Hristiyanlar için merkezi bir yere sahip. Bu anlamda bu bölge hiçbir zaman ‘devlet’ kurmak için de ilginç bir bölge olmamıştır. Geçtiğimiz 3 bin sene içinde Filistin bölgesi hep Mısır, İran-Irak ve Küçük Asya’daki devletlerin birbirleri ile çatıştıkları ‘cephe’ olmuş. O bölgede bağımsız bir devlet kurulması hep imkânsız olmuştur. Nüfus az, tabii kaynaklar az, su az, orman az, maden az. Orta Doğu’daki büyük devletler, orayı işgal etmek için değil, daha çok kozlarını orada paylaşmışlar.

Oraların yerli halkı bunu bildikleri için, bu devlet işlerine de pek karışmamışlar. ‘Krallar gelir, savaşırlar, birbirlerini yener sonra da giderler, buralarda kalıcı olan biziz’ der gibi. Bundan dolayı Filistinliler için “devlet” değil, “güvenlik” önemli. Hangi devletin bayrağı altında olursa olsun. Kendileri de hiçbir zaman devlet olmaya çalışmamışlar. Hamas bir politik hareket; tamamen bir istisna ve üstelik tepkisel. Üç binlik bölge tarihinde bunun tek istisnası, Süleyman ve Davut peygamberler dönemi. O da oldukça kısa.

Filistin’in güvenli belde olması çevredeki devletler için ilginç olmamasından kaynaklanıyor. Çok az bir eforla Osmanlı, bölgenin güvenliğini sağlayabiliyordu. Bu güvenlikten en çok yararlanan kesim de tabi ki bölgede yaşayan Yahudilerdi. On dokuzuncu asrın ikinci yarısından itibaren Filistin bölgesinin durumu değişiyor. İslam dünyasının çöküşü belirginleşirken, Yahudilerin kendi tarihleri hiç görülmemiş bir yöne evriliyor.

Devamı gelecek sefere.              Raşit Bal          —◄◄