Gazetemizin ilk sayısından itibaren başyazarımız ve yayın kurulu üyemiz olarak görev yapan Kadir Canatan, 15 yıl aradan sonra yeniden gazetemiz için yazmaya başladı. Türkiye’ye kesin döndükten sonra da yazılarını bir süre aksatmadan yazan Canatan’ı okurlarımız o dönem Hollanda’da olduğunu sanmışlar. Zira o, uzun yıllar yaşadığı ülkenin gündemini Türkiye’den de yakından takip ediyor, en az bizler kadar gidişattan kaygı duyuyor ve kaleminin sesini ta oralardan duyuruyordu. Bu sayıdan başlamak üzere Kadir Canatan sizlerle beraber olacak. Biz bu yolculukta bizlerle beraber olacağı için bahtiyarız, kendisine hoş geldin diyoruz…
En üretken yazarlardan biri olan Kadir Canatan’ın gözlem ve analizlerinin ufkumuzu açacağı ve olaylara farklı bir perspektiften baktıracağı kesin. İyi okumalar diliyoruz…
DE WERELD NA GAZA
Na vele jaren weer in de Doguş-krant schrijven heeft voor mij een andere betekenis. Sinds onze jeugd is ons een verhaal verteld dat ons optimisme heeft bijgebracht. Volgens dit verhaal zou de wereld er na de Tweede Wereldoorlog een andere wereld uitzien. Er zou geen sprake zijn van oorlog, genocide en discriminatie. De naoorlogse ontwikkelingen in Europa versterkten dit optimisme. Nieuwe generaties groeiden op in een tijd van vrede en economische groei. Het was leuk om in de jaren tachtig en negentig de tweede generatie te zijn.
Toen gebeurde 11 september (2001). Het gebeurde ergens aan de overkant van de oceaan. Het ging in principe noch om de Nederlanders, noch om ons (moslim)migranten. Maar dat is niet wat er gebeurde. De meeste Nederlanders zeiden: “Terroristische incidenten tegen Amerika zijn tegen ons gepleegd” en erger nog, zij gaven de moslims hiervan de schuld. Na 11 september begonnen aanvallen op moslimindividuen en -instellingen in heel Europa, Amerika en Canada. In die tijd werden deze gebeurtenissen geïnterpreteerd als tijdelijke gebeurtenissen. Ik herinner me heel duidelijk dat ik schreef dat deze gebeurtenissen niet conjunctureel waren, maar een structurele situatie die vele jaren zou duren. Als u de uitgaven van de krant Doğuş die dag bekijkt, kunt u dit artikel lezen.
Terwijl ik deze bewering deed, had ik de geschiedenis van Europa in gedachten en wat er in deze periode gebeurde. Telkens wanneer er een crisis was in Europa, waren er aanvallen op minderheidsgroepen, vooral op joden. Voor ons begon de crisis met de val van de Berlijnse Muur. Hoewel de val van de muur het einde van de Koude Oorlog symboliseerde, waren de daaropvolgende aanvallen op vluchtelingenkampen in Duitsland en de uitbreiding ervan naar het verbranden van Turkse gezinnen geen goede voortekenen. De belangrijkste bewering sindsdien is deze: het gevaar van het communisme is verdwenen, maar er is een nieuw gevaar voor in de plaats gekomen: het gevaar van de islam.
Sinds het begin van de jaren 2000 hebben extreemrechtse en anti-islamitische bewegingen in heel Europa met de dag vooruitgang geboekt. In de beginjaren, toen anti-islamitische aanvallen en extreemrechts op het toneel verschenen, vertelden de verstandige Nederlanders ons het volgende: “Wees niet bang! Europa is een continent dat de Tweede Wereldoorlog en de Holocaust heeft meegemaakt. Hij zal zulke dingen niet meer toestaan.”
Tegenwoordig zijn rechtse en extreemrechtse regeringen aan de macht, op enkele na, in Europa. Net als gisteren heerst er vandaag geen rust in het Midden-Oosten. De zionistische staat Israël, die sinds zijn oprichting in 1948 zijn grenzen stap voor stap heeft uitgebreid en het Palestijnse volk tot een klein gebied heeft beperkt, ondernam actie om de bevolking van Gaza te vernietigen toen het op ernstige weerstand stuitte. Het begon de bevolking van Gaza, van wie de meesten kinderen en vrouwen waren, te verbranden en te vernietigen met de modernste wapens. Waar we bang voor waren, gebeurde met ons. “Wees niet bang!” De meesten van degenen die dit zeiden, waren naar de andere kant overgestoken. Het zijn niet alleen de Palestijnse mensen die worden gedood in Gaza, de mensheid is dood en gedood!
Het gezegde ‘Er zal geen genocide plaatsvinden na de Tweede Wereldoorlog’ is praktisch ontkend. Deze keer werd de genocide niet in Europa gepleegd, maar met de hulp en steun van Europa en Amerikanen (dat wil zeggen blanken). Wat zelfs nog vreemder is, is dat degenen die gisteren aan genocide werden onderworpen, vandaag genocide plegen. Wie had dit gedacht? Kan een volk dat het slachtoffer is geworden van genocide en jarenlang met het trauma ervan heeft geleefd, zo’n genocide plegen?
Ja het kan! Gaza werd duidelijk verbrand en vernietigd voor de ogen van de hele wereld. Europa’s gerespecteerde politici en zelfs kritische denkers zoals Habermas herhaalden voortdurend wat hun werd geleerd: “Israël heeft het recht zichzelf te verdedigen!” Wat er gebeurde was geen verdediging, het was een aanval. Wat hen werd aangedaan was geen terreurdaad, maar een verzet en reactie tegen de kolonisatie en bezetting. Maar laten we dit allemaal opgeven en de cruciale vraag stellen: “Kunnen terroristische activiteiten tegen een staat een rechtvaardiging zijn voor die staat om genocide te plegen?” Zou het bijvoorbeeld redelijk zijn als de Turkse staat een totale genocide tegen het Koerdische volk zou plegen als reactie op de terroristische aanslagen gepleegd door de PKK in binnen- en buitenland? Ik verwacht niet dat een weldenkend mens op deze vragen ‘ja’ zal zeggen. Hoe komt het dan dat dit allemaal gebeurt en dat zoveel staten deze genocide proberen te legitimeren? Zijn er zelfs politici en denkers die dit verdedigen? Dit is precies wat ik bedoel als ik zeg dat de mensheid stierf en werd gedood.
De wereld na Gaza is niet alleen wreed en meedogenloos, het is een wereld waarin we onze menselijkheid hebben verloren!
…
Kadir CANATAN
…
Gazze Sonrası Dünya
Yıllar sonra yeniden Doğuş gazetesinde yazmak benim için farklı bir anlam taşıyor. Çocukluğumuzdan beri bize iyimserlik aşılayan bir hikâye anlatılır. Bu hikâyeye göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya farklı bir dünyaya benzeyecek. Savaş, soykırım, ayrımcılık olmayacaktı. Avrupa’da savaş sonrası gelişmeler bu iyimserliği güçlendirdi. Yeni nesiller barışın ve ekonomik büyümenin hâkim olduğu bir dönemde büyüdü. 80’li ve 90’lı yıllarda ikinci kuşak olmak çok eğlenceliydi.
Sonra 11 Eylül (2001) yaşandı. Okyanusun ötesinde bir yerde oldu. Prensipte bu ne Hollandalılarla ne de biz (Müslüman) göçmenlerle ilgiliydi. Ama olan bu değil. Hollandalıların çoğu “Amerika’ya karşı terör eylemleri bize karşı yapıldı” dedi ve daha da kötüsü bunun için Müslümanları suçladılar. 11 Eylül’den sonra Avrupa, Amerika ve Kanada’da Müslüman kişi ve kurumlara yönelik saldırılar başladı. O dönemde bu olaylar geçici olaylar olarak yorumlanıyordu. Bu olayların döngüsel değil, uzun yıllar sürecek yapısal bir durum olduğunu yazdığımı çok net hatırlıyorum. Doğuş gazetesinin o günkü sayılarına bakarsanız bu yazıyı okuyabilirsiniz.
Bu açıklamayı yaparken Avrupa tarihini ve bu dönemde yaşananları aklımdan geçirdim. Avrupa’da ne zaman bir kriz olsa, başta Yahudiler olmak üzere azınlık gruplarına saldırılar oluyordu. Bizim için kriz Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı. Duvarın yıkılması Soğuk Savaş’ın sonunu simgelese de, Almanya’daki mülteci kamplarına yönelik daha sonraki saldırılar ve bunların Türk ailelerinin yakılmasına kadar genişlemesi iyiye işaret değildi. O günden bugüne en önemli iddia şu oldu: Komünizm tehlikesi ortadan kalktı ama yerini yeni bir tehlike aldı: İslam tehlikesi.
2000’li yılların başından itibaren Avrupa genelinde aşırı sağ ve İslam karşıtı hareketler her geçen gün ilerleme kaydediyor. İslam karşıtı saldırıların ve aşırı sağın sahneye çıktığı ilk yıllarda, duyarlı Hollandalı bize şunu söylüyordu: “Korkmayın! Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nı ve Holokost’u yaşamış bir kıtadır. Bir daha böyle şeylere izin vermeyecektir.”
Bugün Avrupa’da birkaç sağ ve aşırı sağ hükûmet dışında hepsi iktidarda. Dün olduğu gibi bugün de Ortadoğu’da barış yok. Kurulduğu 1948 yılından bu yana sınırlarını giderek genişleten ve Filistin halkını küçük bir alana hapseden Siyonist İsrail Devleti, ciddi bir direnişle karşılaşınca Gazze halkını yok etmek için harekete geçti. Çoğunluğu çocuk ve kadın olan Gazze halkını en modern silahlarla yakmaya, yok etmeye başladı. Korktuğumuz şey başımıza geldi. “Korkma!” Bunu söyleyenlerin çoğu karşı tarafa geçmişti. Gazze’de öldürülen sadece Filistin halkı değil, insanlık ölüyor ve öldürülüyor!
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra soykırım olmayacak” sözü fiilen reddedildi. Bu sefer soykırım Avrupa’da değil, Avrupalıların ve Amerikalıların (yani beyazların) yardım ve desteğiyle işlendi. Daha da tuhafı, dün soykırıma uğrayanlar bugün soykırım yapıyor. Bunu kim düşünebilirdi? Yıllarca soykırımın mağduru olan ve bunun travmasını yaşayan bir halk böyle bir soykırım yapabilir mi?
Evet mümkün! Gazze tüm dünyanın gözü önünde açıkça yakıldı ve yok edildi. Avrupa’nın saygın politikacıları, hatta Habermas gibi eleştirel düşünürleri bile kendilerine öğretilenleri sürekli tekrarlıyordu: “İsrail’in kendini savunma hakkı var!” Yaşananlar savunma değil saldırıydı. Onlara yapılan bir terör eylemi değil, sömürgeciliğe ve işgale karşı bir direniş ve tepkidir. Ama artık tüm bunlardan vazgeçip şu can alıcı soruyu soralım: “Bir devlete yönelik terör faaliyetleri o devletin soykırım yapmasını meşrulaştırabilir mi?” Mesela PKK’nın yurt içinde ve yurt dışında gerçekleştirdiği terör saldırılarına karşılık Türk devletinin Kürt halkına topyekun soykırım yapması mantıklı olur mu? Aklı başında hiçbir insanın bu sorulara evet demesini beklemiyorum. Neden tüm bunlar oluyor ve bu kadar çok devlet bu soykırımı meşrulaştırmaya çalışıyor? Bunu savunan siyasetçiler ve düşünürler var mı? İnsanlık öldü ve öldürüldü derken kastettiğim tam olarak budur.
Gazze sonrası dünya sadece zalim ve affetmez değil, aynı zamanda insanlığımızı kaybettiğimiz bir dünyadır!