Avrupa modern toplum ve kültürleri iki ana kaynaktan beslenirler: Bunlardan ilki “Hristiyanlık”tır. İster Katolik olsun isterse Protestan. Katoliklikte kilisenin otoritesi, Protestanlıkta ise Kitab’ın (Eski ve Yeni ahit) otoritesi mutlak bağlayıcıdır. İkinci kaynak ise, “Pozitif Bilim ve Aydınlanm”adır.

Bu ikinci kaynak, 17. asırdan itibaren Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Hristiyanlığın baskın iddialarına tepki olarak ortaya çıkan modern bilim ‘kesin bilgi üretme’ iddiasının temelinde ‘akli’ ve ‘gözlemi’ unsur vardır.

Pozitif Bilim Aydınlanmanın iddialarını, Aydınlanma ise Pozitif bilimin iddialarını desteklemişlerdir. Hristiyan dininin güvenilir ve yaşanabilir bilgi iddiasının temeli ise Tanrının mutlak bilgiye sahip olduğu inancına dayanır. Her şeyi bilen Tanrı’nın, insanlara gönderdiği Kitap kesin, mutlak ve kutsal bilgiyi içerir. Her iki kaynakta (Bilim ve Din), gerçeklik, hayat ve insana dair, birbirlerine nazaran, daha güvenilir ve etkin bilgi ürettiklerini savunurlar. Bilim yönteminden, din ise kutsal otoriteden destek alır ve kendi iddialarını savunur durur. Her iki kaynağın da birbirleri ile 18. ve 19. asırlarda belirgin bir çatışma içine girdiklerini gözlemliyoruz. Pozitif Bilim ve Aydınlanma bu asırlarda etkinliğini artırıyor ve buna bağlı olarak ta Hristiyan dini geleneğinin etkinliği azalıyor. Pozitif/Modern Bilim’in ürettiği bilgi ve açıklama, dini bilgiye nazaran, belirgin, etkin ve olgusal olarak ortaya çıktıkça dini bilgiyi zayıflatıyordu ve geri itiyor. 19.asrın ikinci yarısında pozitif bilimin ‘üstünlüğü’nün zirve yaptığını görüyoruz. Buna bağlı olarak ta, bilimin gerçekliğin açıklanması ve kontrol edilme iddiası hâkim kavrayış olmadı, pozitif bilim ayni zamanda ‘ilerlemeci’ olması bakımından insanlığa ‘cennet’ vadetmesi ortaya çıktı.

Pek çok Avrupalı insan için bilimin vadettiği ‘dünya cenneti’, Hristiyanlığın vadettiği cennetten, çok daha inandırıcı ve yakındı. Avrupa’nın merkez şehirlerindeki (Paris, Berlin, Londra, Viyana gibi) gelişmeler de bu yönde idi. Pratikte din hâlen etkin olsa bile, söylem olarak Hristiyanlığın yönlendirici olması büyük oranda kalkmıştı. Gerçeklikle ve hayatla ilgili bütün iddiaları bir bir çöken bu din, kendine yeni bir yer aramakta durumunda kaldı.

Dünya paylaşılmış (ileri/medeni ve medenileştirilecek), İngiltere ve Fransa önderliğinde bütün dünya Bilim ve Aydınlanma ışığında medenileşecekti. Avrupa’da tam bunlar olurken ve her şey yolunda giderken, 20. asırda Birinci ve İkinci Dünya savaşları çıktı. Her iki savaş da hem Avrupa ve hem de bütün dünya için tam bir afet oldu. Milyonlarca insan katledildi. Saçma sapan gerekçeler için. Bir iki politik liderin ihtirası, birbirlerini yanlış anlaması, daha güçlü olma hırsı, toplumsal onur veya komşu ülkenin toprağına göz dikme gibi gerekçeler uğruna.

İkinci Dünya Savaşı bir ‘öfke’ ve ‘kin’ uğruna yapılmış bir savaştı. “Asker, politikacı, halk, kadın, çocuk, fakir, köylü, şehirli, bu millet o millet” diye ayırt etmeden milyonlarca insan imha oldu. Hem de sistematik bir yöntemle. Üstelik aydın, filozof ve bilim adamları dahi toplanıyorlar ve insanlığı imha etmek için imha makinesi kuruyorlar. Ve bu imha makinesi ile hiçbir suçu olmayan milyonlarca insani öldürüyorlar. Yine milyonlarca askerin ve sivilin ölmesinin yanında, 6 milyon Yahudi; sadece Yahudi olmalarından dolayı imha ediliyor. İnsanlık tarihinde hiç görülmemiş oranda. Üstelik bu imha Modern Bilim’in ürettiği ‘bilgi’ ve araçların sayesinde oluyor. Bu toplu imhaya neden olan ülkelerin başında Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve Sovyetler Birliği geliyordu. Bu ülkelerin devlet ideolojileri, toplumları ve ekonomileri tamamen Bilim’in verilerine göre düzenlenmiş ve bilimsel veriler yönlendirici idi.

 

Savaş Sonrası temel kaynaklar sorgulanmaya başlanıyor…

İkinci Dünya Savaşı Avrupa toplumlarında hiç görülmemiş bir krizin çıkmasına neden oldu. En önemli soru, Avrupa kıtasında savaş, bir daha çıkmamak üzere, nasıl önlenecekti? Her şeyden önce İkinci Dünya Savaşı bir geçiş ve kırılma oldu. Yeni dönem, yeni bir kültür ve yeni bir gerçeklik kavrayışı ifade ediyordu. Bu kriz/kırılma her şeyden önce Avrupa toplumlarının dayandığı iki kaynağın hâkim konumlarını/otoritelerini yitirmesi anlamına geliyordu. Savaştan hemen sonra, Avrupa toplumları bu iki kaynağın temel iddialarını ve toplumsal/kültürel işlevlerini esastan sorgulamaya başlıyor.

17. asırda başlayan ‘ileri ve medeni dünya’ vaadi İkinci Dünya Savaşı ile tam bir afetle neticeleniyor. Bu kadar insanın yok edilmesi, mağdur yapılması ve toplumların imhası Bilim’in ortaya çıkardığı koşulların (güçlü devletler, ordular ve silahlar) bir sonucu idi. Bu netice, Modern Bilim ve Aydınlanmanın bütün iddialarını (kesin bilgi, ilerleme, dünya cenneti, adalet, insanlık, barış) çökertti. Hem inandırıcılığını yitirdi ve hatta bizzat bilimin kendisi büyük oranda tehdit olmaya başladı. ‘Kesin bilgi’, ‘bilimsel bilgi’ artık şiddetin, yıkımın ve savaşın dayanağı olmuştu ve bundan kurtulmak elzemdi. Nitekim büyük savaştan sonra Avrupa toplumlarında ‘ben bunu kesin biliyorum’ sözü şaibeli olmuştur. Bu iddia, olsa olsa kendini bilmeyen insanların ifadesidir. Bu kültür değişimi ile bilim buyurgan, etkin ve belirleyici konumunu kaybediyor. Artık bilim adamları mütevazidir ve bilimsel veriler ‘yenisi bulunana kadar en iyi olan veridir’. Bilimsel verilerin göreceli olduğu ve kesinlik ifade etmediği Avrupa bilim geleneğinin temeli oldu.

‘Bilim bunu bize emrediyor’ ifadesi politikacılar için dahi kabul edilemez bir dayanaktır.

 

Seçilmiş milletin yok oluşuna seyirci kalmak…

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan kültürel ve toplumsal değişim sadece Bilim’in iddialarını ve otoritesini çökertmiyor.

Avrupa insanı ister Protestan ister Katolik olsun, savaş anında belirgin olarak dindarlaşıyor. O kadar büyük yıkımı, ağrıyı, şiddeti, açlığı, güvensizliği ve belirsizliği dinî değerlere ve referanslara dayanarak baş etmeye çalışıyor. Kiliseler ve dinî kuruluşlar, tamamen çökmüş toplumların tekrar imarını ilk başlatanlar oluyor. Ancak savaşın ardından ortaya çıkan netice, Hristiyanlığın öyle hemen üstesinden gelivereceği bir durum olmadığını ortaya koyuyor.

İnanlara yakın, onları seven ve onların duasına karşılık veren Tanrı’n yerini, bu kadar insanın imhasına karşı hiçbir şey yapmadığı anlaşılan Tanrı’ya bırakıyor. İnsanlığın dramına ve trajedisine seyirci kalan ve kılını dahi kıpırdatmayan bir Tanrı. Merhametini hiçbir şekilde göstermeyen. Hele 6 milyon Yahudi’nin imhasına müsaade eden Tanrı’nın insanlıkla hiçbir ilgisi olamazdı. Asırlarca olmadık şeyler için müdahale eden Tanrı, kendisi için ‘özel’ (seçilmiş) olan bir milletin yok oluşuna kayıtsız kalması artık son nokta idi. Bütün bunlara karşı elini uzatmayan ve engel olmayan Tanrı’nın da bütün iddiaları (merhamet, adalet, yakın olma, sevgi gibi) çökmüştü.

Kitap ve Kilise üzerinden kurumsallaşan Tanrı’nın otoritesi çok hızlı bir şekilde aşınıyor. Savaştan sonra gelen yeni nesil çok hızlı bir şekilde dinî olandan yabancılaşıyor ve dinî otoriteye güvenini tamamen yitiriyor. Çok ileri düzeyde, dinî sembollere yönelik hiciv ve alaycılık yaygınlaşıyor. Kutsal olan her şey yerle bir oluyor ve dindar olan pusmak zorunda kalıyor. Batı Avrupa toplumlarının çok hızlı olarak sekülerleşme süreci başlıyor. Din kaynakların etkisi marjinalleşiyor. Artık Avrupa ülkelerinde kutsal kitap ve kilise, yönlendirici bir kaynak değildir. Ürettiği bilgi ve öneriler alabildiğine tartışmalı, sübjektif, zanlı bireysel inanışlardır. Hâkim kültür açısından ise, bir zamanların mutlak ve kutsal hakikatleri, tam bir ‘hurafeler inanışlar’ olmuşlardır.

 

İnsanlar davranışlarını, baskın otorite ve bilimin talimatına yüz çevirerek belirliyor

Modern Bilimin ve Tanrı kaynaklı kutsal otoritenin konumlarını ve otoritelerini yitirmesi ile ortaya çıkan yeni kültür ‘post-truth’ (hakikat sonrası) veya ‘post-Modern’ (modern ötesi) diye de isimlendirildi. 20. asrın ikinci yarısında bütüncül ideolojiler (Komünizm, Milliyetçilik, İslamcılık, Liberalizm, Darwinizm gibi) ve toplumsal kurgulamalar da çöküyor. Bunun yanında felsefenin bütün gerçekliğini kapsayan metafizik üretme ve hayatı bütüncül olarak kurgulama da anlamını yitiriyor ve böyle bir felsefeye ihtiyaç kalmıyor. Felsefe, bilimsel ve toplumsal konumunu yitiriyor. Herkes kendi kendisinin filozofu oluyor. Bu gelişmelere bağlı olarak da Batı kültürü artık hiçbir hakikate veya hakikat kaynağına dayanmamaktadır. Artık insan ne gerçeklik hakkında, ne de Tanrı hakkında anlamlı ve iddialı bir söz söyleme konumunda. Tanrı da gerçeklik de insanı aşmakta. Tanrı hakkında konuşan; kafadan atan ve ne dediğini bilmeyen kişi olma konumuna düşmekte. Buna bağlı olarak da Avrupa’da her insanın kendi hakikati vardır ve bu hakikatler birbirine eşittir. İnsan dışında objektif bir hakikat yoktur.

Post-modern toplumlarda bireyler, kurumlar ve devlet eylemlerini, tercihlerini ve davranışlarını kendilerinin sübjektif doğruları/inanışları doğrultusunda bir tercihi olarak belirlemek durumuna gelmişlerdir. Yani ‘hakikate’, ‘kutsala’ ve ‘otoriteye’ uygun davranış anlamlı olmaktan çıkmıştır. ‘Bu bizim kaderimiz’, ‘Tanrının takdiri’, ‘büyüklerimiz böyle istiyor’, ‘geleneğe uygun olan bu’, ‘bilim böyle söylüyor’, ‘bilime göre olması gereken bu’ gibi önermeler ve davranışları meşrulaştırıcı dayanaklar olmaktan çıkmıştır. Daha somut olarak, insanlar davranışlarını kutsal kitaba, bilimsel verilere ve saygın otoritenin talimatını/emrini test etmeden üretmektedir. Davranış normlarını belirleyen bireyin kendisi olmaktadır. Normların dayanağı bireyin dışındaki kaynaklar olmamaktadır. Dayanağı ‘eksantrik’ olan davranışlar en hafifiyle ifadeyle ‘stratejik’ ve ‘takkiyye’ olmaktadır. Bir davranış ‘Allah rızası’ için olsa dahi, bu davranış sahih olmamaktadır.

Bu kültürde, insanların ilişkileri ve davranışalar bakımından öne çıkan husus ‘hesabı yapılmış’, şeffaf, rasyonel ve hedefe yönelik ilişki ve davranış olmaktadır. Bireysel bir tercih olarak. Özellikle kamu alanında üretilen davranışlar ve ilişkiler için bu daha da geçerlidir. Toplumsal ilişkilerde tercihlerin şeffaf, rasyonel ve anlaşılır olması esastır. Bunun somut karşılığı ise, ilişkilerin dayandığı ilkeler ve hedeflerden rasyonel olmasıdır.

Batı kültürlerinde bu tip davranış ve tercih üretme yöntemine ‘sağlaması yapılmış’ (Hollandaca ‘verantwoord’ (İngilizce ise ‘accountable’) kurgulama denmektedir.

Bu kültüre bağlı olarak da, tüketici de, üretici de, denetleyici de, politik otorite de ‘sağlaması yapılmış’ bir şekilde islerini yapmaktadırlar ve sorumluluklarını üslenmektedir. Bu zincirde hiçbir şekilde ‘gayb’ veya Tanrı’nın idaresi açıklayıcı bir faktör olmamaktadır. Bir şekilde böyle bir kaynağa atıfta bulunan ‘sorumluluğunu üslenmekten kaçan’ veya ‘bir şey gizleyen’ olarak görülmektedir.

Afetler bende bu gibi çağrışımlar yapar. Türkiye’yi vuran iki deprem çok büyük. Şoklayıcı. Tam bu durumlarda insan beyni çağrışım yaparak çalışıyor. Spontane şeyler yüzeye çıkıyor. Her şeyden önce Türkiye çok zor günler yaşıyor. Hele depremin olduğu bölgenin insanı. Afetin açtığı tahribatın büyüklüğü kelimelerle ifade edilemez düzeyde. Allah afeti birebir yaşamak durumda olan insanlara güç versin. Çok zor.

“Yakınını kaybetmiş bir insan, bağırır, çağırır; adalet ve hesap sorulmasını ister”

Afetin büyüklüğüne rağmen çeşitli ortamlarda oldukça dikkat çeken bir tartışma da başladı. Çok hızlı bir şekilde. Çok da politik ve keskin. Bir tarafta göçük altında kalanları kurtarmak için yapılan olağan üstü çaba, diğer taraftan da bu afetin politik, kültürel ve mesleki sorumlusunu belirleme tartışması.

Belli ki AKP hükûmeti bu tartışmalardan rahatsız. Hâlbuki toplumsal eleştiri, toplumlar için afetin oluşturduğu travma ile baş etmenin bir yöntemi. Yakınını kaybetmiş bir insan hem bağırır ve hem de çağırır. Adalet ister, hesap sorulmasını ister. Küser ve içine kapanır. Düşmüş, yakınını kaybetmiş birine ‘kaderimiz buymuş sabredelim’ demek çok sorunlu bir tutum olur. Mağduru olan insanlar bunu diyene öfkelenir ve ‘haydi oradan’ der. Duygu yoğunluğu yasayan insanın böyle davranması gayet anlaşılır ve normal olur.

Bu iki deprem ve ortaya çıkardığı yıkım ve tahribat bakımından İkinci Dünya Savaşı düzeyinde değil. Ancak Türkiye için görülmemiş düzeyde büyük. Buna bağlı olarak da politik otorite ve kamu kuruluşlarını sorgulanmakta ve test edilmektedir. Düzenlendikleri nihai maksatlar doğrultusunda çalışıyorlar mı? Ve ne kadar kırılganlar? Toplumsal maslahat ve güvenlik mi esas alınmış yoksa politik ve ekonomik rant mı? Politik otorite sorumluluğunu üstlenebiliyor mu, yoksa hesap verme durumu onu öfkelendiriyor mu? Bunun yanında İslam dini, temel referansları ve onun hayata dair iddiaları da test ediliyor gibi. ‘Sağlaması yapılmış’ uygulamalar yerine ‘tevekkül’, ‘teslimiyet’ ve ‘güven’ mi öneriyor?

Üretim-Tüketim-Denetim zincirinde hesap verilirliği ve şeffaflığı mı öneriyor yoksa çok hızlı bir şekilde hesaba çekme yerine Allah’a dayanmayı mı öneriyor.

Diyanet, imamlar, müftüler böyle kriz dönemi için yeterli düzeyde donanımlılar mı?

‘Öfkeyi’, ‘ikilemi’ ve ‘travmayı’ yönlendirebilecekler mi? Yoksa kaçmak durumunda mı kalacaklar.

Bu soruların cevabı için henüz erken. Ancak ‘Yeni Türkiye’ ve ‘Türkiye Yüz Yılı’ bu afetin ortaya çıkardığı netice ile oluşacak gibi.                                                                  Raşit Bal  —◄◄