Tarihçi olmayı çok isterdim, çünkü o zaman yaşadığımız bu dönemi geçmişle çok daha rahat kıyaslayabilirdim. En son 1945, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana, bölgesel savaşlar dışında 75 yıldır dünya çapında bir savaş olmadı. İyi ki de olmadı, olmamalı ve olacağını da pek tahmin etmiyorum.

21. yüzyılın başından itibaren, itibarsızlaştırılan İslam Dünyası, Batı karşısında edilgen pozisyonda hayatına devam ediyor ve böyle giderse en az 100-200 yıl daha bu şekilde gitmeye de devam edecek. Gerek birey, gerek toplum ve gerekse medeniyetler, sürdürülebilirliğini dayandığı temellerin sağlamlığına bağlıdır doğal olarak. İslam Dünyasının temellerinin teorik bazda çok sağlam olduğunu düşünsem, söylesem de aslında bunu bile gönül rahatlığı ile söyleyemiyorum. Çünkü içkinin, faizin ve domuz etinin haramlığı dışında tartışmadığımız hiç bir şey yok. Sürekli kendini beğenen ama başkasını beğenmeyen, hatta birbirleri ile savaşanlarla dolu tarih sayfaları. Bize de bunu ancak ve ancak kabullenmek düşüyor.

 

“Tarihçi olmayı çok isterdim” dedim çünkü yaşadığımız bu dönemi, tarihin ‘evet şu dönemle bire bir örtüşüyor’ diyebilmek, önümüzü biraz daha görebilmemizi kolaylaştırırdı. Ama Sünnetullah olarak değişmeyen tek bir şey var: Medeniyetler doğar gelişir ve ölür. Yaşadığımız bu çağda bakalım hangi medeniyetler ne zaman bitecek ve yerine ne gelecek.

Kültürel İklim

Son 20 yıldır, en azından, Türkçe konuşan, gerek Türkiye’de ve gerekse göç dünyasında kültürel beslenme konusunda, bana göre, çorak bir dönemden geçiyoruz. Pek bir şey ekilmiyor, ekilmediği için de ortada pek biçilecek bir konu da kalmıyor.

“80 ve 90’lı yıllarda İslami entelektüel birikimi olan insanlara denk, bugün kaç kişi var?” diye sormuştum bir kaç ay önce. Hiç bir isim bulamadık.

Geçmişi nostaljik olarak biraz idealize ettiğimin farkındayım. O zaman da toplumun büyük bir bölümü televizyon seyrediyordu, bugün de. Yani kahir ekseriyetin gündemi, kendini ve yaşadığı toplumu değiştirmek, düzeltmek değildi ve hâlâ değil elbet. Ama genelde çok küçük bir azınlık da olsa, okuyan, kafa yoran, kendini ve hayatı dert edinen insanlar her dönemde olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Fakat bu dertli insanların sayısı mı azalıyor, sayı aynı ama seslerini kesip uzlete mi çekildiler, yoksa ben tamamıyla çok yanlış bir algıya mı sahibim?

Peki algımı neye dayandırıyorum? Yaşadığım ülkeden entelektüel manada karşıma 12’den vuran ne konferans ne de panel denk geliyor. Ama Cem Yılmaz Hollanda’ya gelecek olsa her gün karşıma çıkabiliyor. Oturup konuştuğumuz meclislerde düşün/fikir dünyasıyla ilgili tek kelam edemiyoruz.

Ben de çözümü kendi kurduğum dünyamda yaşamaya devam ederek bulmuştum ve o dünyada, kendi adamda devam ediyorum hayata. Ne var bu dünyada? Temel kaynak eserleri okumak var, fırsat buldukça arada çerez olsun diye (küçümsemek maksadıyla asla değil) güncel çıkan birkaç kitabı, kitap kurdu Süleyman kardeşimden tırtıklayarak gideriyorum. Mesela en son Altay Cem Meriç’in “Peygamberliğin İspatı” kitabını bitirdim, sırada Gazâlî Tefsiri var.

Youtube’ da Altay’ı yakın takibe alın derim. Beni iki yönden besliyor: Hem içerik olarak seçtiği konular ilgimi çekerse besleniyorum, hem de günümüz Türkçesini güncellememle kolaylaştırıyor. Biz de yıllardır Hollandaca düşüne düşüne son dönem entelektüel Türkçeyle aramız açıldı. Şimdi okumak telafi ediyor, notlar alıyorum. Bir örnek: “Letterlij” kelimesini İngilizceden “literal” olarak adapta edildiğini Altay kullanırken öğrendim. Oysa bundan önce motamot kullanırdık.

Neyse yolda araç kullanırken, arada hem Altay’ı hem de Muhammed Yazıcı hocayı ya da başka birilerini dinleyerek, hem trafikte kaldığım zamanı iyi değerlendiriyor hem de zamanı bu şekilde değerlendirerek trafik stresini biraz daha aza indirmiş oluyorum.

Tavsiye ederim, siz de deneyin.

Ergün Madak     —◄◄