Merhaba değerli dostlar.

Bilir misin peygamberlere neden “mecnun” (deli) demişler?..

İsmet Özel’in katıldığı bir TV programında sunucunun, “Sizin söyledikleriniz yenir yutulur sözler değil.” dediğinde; “Evet, ben yenilir yutulur sözler söyleyecek adam mıyım!?..” demesi gibi peygamberler de, hakikatleri filtre etmeden, zaman ve şartların algısına mahkûm olmadan, evirip çevirmeden, yalın bir hakikatle korku ve kaygısızca ve -yenilir yutulur- türden olmadığı  için “mecnun” demişler.

Peygamberler, veliler ve deliler…

Yalan söylemeyi bilmezler. Bunların kaybetme korkusu, makam mevki hırsı ve hakikati saklama mahareti olmadığı için toplumun değerlerini (!) (putlarını) kırma, incitme konusunda fütursuz davranırlar.

Çocuklar da öyledir. “Kralın çıplak olduğunu” ancak bir çocuk söyleyebilirdi. Çünkü o yeterince “akıllı” ve “eğitimli” olmadığı için bunun (bu gerçeği söylemenin bedelinin) hesabını yapamazdı.

Oruç ayındayız değil mi?..

Bir de susma orucu var. Bazen sözler insanları ikna etmeye ve kendinizi savunmaya yetmez. Eğer kucağınızda bir hakikat taşıyorsanız siz susun o kendi kendine konuşur zaten, tıpkı Meryem ananın kucağındaki îsâ Mesih gibi. (Meryem. 29,30.)

Oruç bize ne mânâ ifâde ediyor?..

Nasıl ki temiz, leziz ve helal olan nimetler oruçluyken haram oluyorsa; küfürlü sözler,  ve özellikle dedikodu (Hucurat sûresinde insan eti yemektir.) bir öncekinden daha beter bir günah değil mi?..

Oruçluyken…

Kendimizi ihramlı gibi hissedip her türlü tartışmadan (haklı olsak dahi) kaçınıp, müstehcen sözler ve duygulardan uzaklaşıp hiç bir canlıya zarar vermeden akşama kavuşmamız lazım. Yemeden içmeden kesildiğimiz gibi gevezelikten de kesilmemiz icab eder.

“İmsak” tutmak demektir; tuttuğumuz o mukaddes emaneti iftara kadar kırmadan, bozmadan sahibine teslim etme hassasiyetini göstermemiz gerekir.

Değilse, Rasûlullah (sav.) buyurduğu gibi, “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan, yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Yukarıdaki Hadis-i Şerif bize, ibadetle âdet arasındaki farkın “niyet” olduğunu öğretiyor. Ne yaptığını, niçin ve kimin için yaptığını bilmenin şuurunda ve samimiyetinde olmayı…

İşin niceliğinden (sayı ve şeklinden) ziyade niteliğine vâkıf olabilmek. Ne gariptir, sadece bugünkü bazı Müslümanlar değil tarih boyunca insanların bir çoğu meselenin künhünü değil teferruatına takılmışlar.

Mesela Ashab-ı Kehf’in sayılarının tarih boyunca tartışılması konusu…

Ne olmuş?.. Asıl can alıcı, zirve noktadaki manayı heba etmişler. Hâlbuki onları kahraman yapan ve örnek alıp üzerinde uzun uzun konuşulacak konu, “dönemin zulmüne karşı kıyam etmeleri” olması gerekirken bunu bırakıp, “beş kişi miydi, altı mıydı, yedi miydi” gibi hayatın da hiç bir fayda ve anlam ifade etmeyen lüzumsuz tartışmalarla manayı buhar etmişler.

Bilgelik ile  bilgiçlik arasında ki derin fark nedir?..

Bilgiçlik, kavanozdaki balı dışından yalayan laf ebesinin, biraz ucundan bucağından bir kaç rakamsal malumat elde etmesi ki buna “cehli mürekkep” denir.

Cehli basit, bilmez ama bilmediğini bilir. Bu azıcık idare eder de; Cehli mürekkep, bilmez (işin kötüsü) bilmediğini de bilmez ama kendini âlim/ bilge sanır.

Bu tipleri gördün mü, sakın bir şey söyleme, tartışma ve Hz. İsâ’nın ahmaktan kaçtığı gibi kaç.

Bir gün Hazret-i İsa (a.s.) sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri, bu hâle hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi:

“–Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!”

İsa -aleyhisselâm- o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın suâline cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve tekrar sordu:

“–Ey Rûhullah! Senin bu kaçışın benim için bir muammâ oldu! Kimden kaçıyorsun?”

Bunun üzerine Hazret-i İsa;

“–Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mâni olma ki, kendimi kurtarayım!..” diye karşılık verdi.

Bu sefer adam;

“–Sen nefesi ile körlerin ve sağırların şifâ bulduğu ‘Mesîh’ değil misin?” diye ona mûcizelerini hatırlattı ve bu kaçışın hikmetini sordu.

İsa -aleyhisselâm-;

“–Evet ben İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Ölüye okudum, dirildi. Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lâkin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi!” dedi.

Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hazret-i İsa’ya sordu:

“–İsm-i Âzam bu kadar şeye tesir edip şifâ verdiği hâlde niçin ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara devâ olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir?”

İsa -aleyhisselâm- cevap verdi:

“–Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilâhîye uğramayan ibtilâlardır. İbtilâ da bir hastalıktır; ancak sadece mübtelâsına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”

Murat Altun —◄◄