25 Mart 2021 tarihinde perde ardına geçen muazzez anneannem Refiye Şeker’in kıymetli hatırasına özlem ve hüzünle…

Kar yağmış, evi tamamen kapatmıştı. Ahali için sıradan, benim için hayretler uyandıran bir durumdu. Tünel kazıp evin kapısına ve güzel evimize ulaşmıştık. Eve doğmuştuk âdeta. Çok heyecanlı ve unutulmaz günlerdi.

O evin, kendisine zor ulaştığımız o evin kendine has bir kokusu, bir büyüsü vardı. âdeta dünyanın en güvenli alanıydı o ev. Yokluk zamanlarıydı. Ben nereden bilebilirim ki yokluğu. Daha doğrusu yokluk bile güzeldi, insanın insanlığından bir şeyler eksiltmiyordu. Zeytinimiz yoktu ama ekmeğimiz vardı ve büyük bir neşeyle, özlemle yiyebiliyorduk.

Biz o eve neden giderdik? Deniz dalgalarından korunmak için. Çok büyük, hatta devasa dalgalar olurdu. ‘Neyimiz var ki götürecek?’ diyemezdik, canımız vardı. Dalgalardan kurtulmak ve korunmak için o eve giderdik. İlginçtir, o muazzam dalgalara rağmen benim üstüm hiç ıslanmazdı. Bunun bir sırrı var mıydı? Yok.

O evden içeri girdiğimizde bizi büyük bir istekle karşılardı. O evden uçan kuşların yavrularını candan sarardı. Ya da ben öyle görüyordum. Nasıl bir istek? “Bu çiçeğin toprağı benden” der gibiydi. Usulünce ve kimseye bir şey belli etmeden herkesi yerleştirirdi. Akmaya devam ederdi hayat. Soba zengin yanardı. Üstünde güğüm. Bazen portakal kabukları. En güzelinden, çok az yiyebildiğimiz yiyecekler vardı.

Ve en önemlisi televizyon vardı. Turgut Özal’ı orda gördüm ilk. Benim için önemli değildi ama öyle.

Evin arkası ova idi. Gözün görebildiğine geniş ova. Güneşin doğuşu ve batışını orada keşfettim. “Keşfettim” dediğime bakmayın. Aslında kendimi keşfediyordum galiba. Cırcır böcekleri. Yıldızlar. Tatlı bir serinlik. İnsanı âdeta yücelten bir serinlik. Tamda esenlik gibi. Ve bir de alabildiğine geniş oyun alanı. Park değil. Her yer ve her şey bizimdi, bizdendi sanki. Bizden başka kimse yok gibiydi. Kardeşimle koştururduk, onunla yorulurduk. İtiraf ediyorum yaramazlık yapardık. Hatta bir defasında iki parmağımı birden kesmiştim. Başka bir zaman kereste atölyesinde, nasıl olduysa (bende soruyorum!) gözüme ağaç parçası gelmişti ve yaralanmıştım. Atölyenin yönetim odasında, masa takvimine ‘gözüm ağrıyor ve eve gidiyorum, merak etmeyin’ diye yazmıştım. O yaşta böyle bir notu yazabilmem çok hoşlarına gitmişti.

Kereste atölyemiz vardı. Eşraftandı. Herkes hürmet eder ve severdi. Küçük bir kasabanın az eşrafından birisiydi. Arkasını dayadığı dağı vardı ve buna çok güvenirdi. Erliğinin payını o kuvvetlendirirdi zira. O zamanlar bana ilginç gelen şeylerden biri de, herkes para isterdi ve kimseyi reddetmeden para verirdi, para alırdı. Bir defasında ‘herkese para veriyorsun da bana niye haçlık vermiyorsun, nasıl dedesin’ diye çıkışmıştım bacak kadar boyumla. Hatırladıkça ve hatırlattıkça güleriz. O zamanlar insanı güldürürdü.

Biz oynamak –tabi yaramazlık yapmak- dışında bir şey yapmazdık. Bir de işler vardı. Ev işleri, tarla işleri. Çok iş vardı ve hiç kimsenin gözüne batmadan, büyük bir maharetle çekip çevirirdi işleri. Aslında işleri değil, dünyayı, hayatı çekip çevirirdi. Ama yok gibi değildi. Dağ gibiydi ve dağın ardını bilirdi. Bilirdi ve bizi güçlü bir şekilde sarardı. Çok görmüşlüğün ve tecrübenin bir ağırlığı vardı yüzünde. İki adım sonrasını sezebiliyordu. O sebepten sözleri, ikazları anı yaşayanlara anlamsız gelirdi.

İşler dedim, dünya işleri, hayat işleri… Bizi de  yanına alırdı bazen tarlaya giderken. O, o yorucu işleri yüksünmeden maharetle yapardı. Biz evcilik oyardık tarlanın bir kenarında. Yıllar sonra, o tarlanın kenarında bıraktıklarımıza uzun zaman bakıp ağladığını anlattığında, beraber ağlamıştık. Ağlardık, hep diriltirdi bizi gözyaşlarımız.

Akşam olunca herkes eve dönerdi. Herkes yorgun, lakin ruhen dinç olarak sığınırdık eve ve biz de o büyüklerin yanına, koynuna sığınırdık. Akşam ezanı okunmadan evdeydik. Bu bir kuraldı. İhlal edilmesi tahayyül bile edilemeyecek bir kural. Yemek hazırlıkları, telaşe. Salça kokusu. TRT haberleri. Sofra etrafında bir bütün hâlinde ev halkı  ve sonra namaz. Ben kendimi bildim bileli, mümkün olduğunca cemaatle kılınan namazlar. Müslüman evi ve cemaatle namazlar. Hafız oğullar, hoca damatlar. Maharetli kızlar. Leke sürülmesine, örselenmesine müsaade edilmeyen çizgiler.

 

Ellerinde ve yüzlerinde çizgiler…

“Gel saçını keseyim” derdim, bazen tülbendini açıp saçını gördüğümde, bana, ‘yok yok, o saçlardan tutup beni cennete atacaklar’ derdi.  Öyle olacak mı? Biliyordu olacaktı, inanıyordu. Korkuyor muydu? Bilemem. Ama her zaman nazı vardı. ‘Beni alacaklar cennete. Öyle böyle gireceğiz cennete’ derdi. Ne güzel derdi… Ah bir bilseniz.

“Dağ gibiydi” dedim. Bir yüce dağ gibi. Ardını bilen ve ona göre sevdiklerine kol kanat germeye çalışan birisiydi. Dünyanın ağır yükünü, bizim yükümüzü kemikleri un ufak oluncaya kadar çekti. Dünyaya baktı, bize baktı. Yataklara düştüğünde bunun çok uygunsuz bir şey olduğunu bildik ve söyledik. Dağ nasıl yatağa sığar.

Doksan üç yıllık uzun ve bir o kadar çileli hayatı noktalandı. Sırlandı. Neşet Ertaş’ın, hasta yatağında ziyaret eden yakınına uzun uzun bakıp ‘artık ben noktalandım’ demesi gibi, noktalandı. Elif gibi noktalandı.

Bir yüce dağ noktalandı.

O yüce dağ benim annemim annesi, nenemdi.

Rahmet ve özlemle Refiye Sultan.

Behçet Ali Şeker