Oline check-in, yani önceden uçuş için gerekli olan bilgileri internet üzerinden girdikten sonra, koltuklarımız otomatik olarak atanmıştı. Ve baktık ki 4 kişilik koltukların tam ortasındayız. Yani her iki yanımızda da farklı insanlar olacaktı. Ama bu farklı insanlardan nasıl farklı hikâyeler çıkacağını önceden kestiremezdik tabii ki.

Benim yanıma 20’li yaşlarda ve hayatında ilk kez yurt dışına çıkan bir genç düşmüştü. Bilirsiniz, yolculuklar genelde sessiz başlar. Havayı ve ortamı izler, göz teması kurarsınız ve sonuçta konuşmak isterseniz. Ya siz ya da karşı taraf tanışmak ister ve ardından sohbet başlar. Bunun tersi olduğunda da bir kaç saat süren yolculuğu tek kelime etmeden bitirirsiniz. Fakat biz başlamıştık tanışmaya ve ardından uçağın lastikleri piste değmesine rağmen konuşma devam etmişti.

Gencin ailesi Türkiye’nin Doğu’sundaki bir şehirden Batı’sına o yıllardaki bir kan davasından dolayı taşınmak zorunda kalmışlar. Neyse ki yıllar sonra aracılarla barışmış aileler. Yeni bir memleket, tamamıyla farklı bir kültür, üstelik geldiğiniz memleket Doğu’dan olunca, bir Kürt olarak ailesinin ne tür zorluklarla karşılaştıklarını tahmin etmek hiç de zor olmayacaktı. Üniversite bitirmiş, çalışan ama zamanla kendi şirketini de kurmak isteyen bir gençle, Türkiye’yi, siyaseti ve dini konuşunca içimi bir çok konunun acıttığını hissettim. Eskiden olsa belki sayfalarca dökmek isterdim düşüncelerimi, ama artık hiç içimden gelmiyor. Yaşananları olduğu gibi kabullenmek bana daha gerçekçi geliyor çünkü sesimiz yükseldiğinde sadece kendimizin duyduğuna defalarca şahit olduk. O yüzden karşılaştığım gençlere sadece ve sadece kendi dünyalarına odaklanmalarının daha gerçekçi olduğunu söylemekten başka bir cümle kuramıyorum. Bu dünya ideallerime, emr’i bi’l maruf’a ters bir durum mu? Evet aslında çok ters bir durum ama genel olarak sessiz kalmak ruhen daha faydalı geliyor çünkü hep içimden şunu düşünürüm: ‘Herkes her şeyi biliyor.’

Bu genç, dediğim gibi ilk kez yurt dışına çıkıyor ve yabancı dili olmadığı için de indikten sonra arkadaşı ile buluşana kadar yanından ayrılmadık. Sonra o yoluna biz de kendi yolumuza gittik.

Koltuğun Diğer Ucu

Eşimin yanına ise uçak kalkmadan çocuğunu kucağına alan bir baba düşmüştü. Eşim çocuğa ismini sorup cevap alamayınca, babası ‘henüz Türkçe konuşamadığını’ sorduğunda ailenin Suriyeli olduğunu da öğrenmiş oldu. Suriye’de üniversitelerini bitirip, Türkiye’de mastır yapan bu aile genel olarak hayatlarından memnunlarmış. Sadece arada sırada karşılaştıkları ırkçılıktan şikâyet ediyorlardı. Önce baba ile muhabbet ettikten sonra eşi de eşimle tanışmak istediğini söyleyerek koltukları değiştirdiler yolculuk esnasında. Yaşadıkları İstanbul – Fatih semti muhafazâkar bir semt. Anne şöyle bir anısını anlatıyor: Bir gün kapı çalmış ve karşısında Rus komşusunu görmüş ve komşu şöyle demiş: ‘Çekin gidin ülkenize, burada ne arıyorsunuz? Neye uğradığımı şaşırdım, ben Müslümanım ve Müslüman bir ülkede yaşıyorum. Rus bir kadın gelmiş bana bu cümleleri kuruyor!’

Kardeşler olarak darmadağın olmuş bir aile. Kimi Türkiye’de, kimi Ürdün’de, kimi Almanya’da, kimi de Mısır’da. “En kötüsü Mısır” demekten alamamış kendini baba. ‘Hayat orada en zoru.’ Ve ardından Hollanda’da yabancılar için hayatın nasıl olduğunu sormuş ve eşim de anlatmış anlatabildiği kadar. Ve eklemiş, ‘eğer bir gün yolunuz düşerse, bekleriz’ diye.

Şurası bir gerçek ki ne Suriyeliler Muhacir ne de Türkiye’dekiler Ensar. Muhafazakâr Türkiyelilerle bu konuyu konuştuğum zaman onlar bile işsiz, devletten maaş alan (ki doğru yalan bilmiyorum), nargile içen, sokakta huzursuzluk çıkaran Suriyelilerden şikâyet ediyorlar. Böyle olunca da ne azınlık psikolojisini anlatasım geliyor ne de karşımdakilerine hak veresim geliyor. Çünkü yanlış giden bir şeyler var:

– Dinin getirdiği ahlâkî prensiplerin ve çevre kontrolünün zayıflaması: Yakın tarihle ilgili bir hatırat okuyorum ve satır aralarından o zamanın toplum psikolojisini okumaya, not almaya çalışıyorum. Genel olarak gördüğüm; Batı’dan gelen teknolojik ve kültürel değişim rüzgârları toplumu zaten yavaş yavaş değiştirmeye başlarken, o da yetmemiş, biz bu işi komple değiştirelim diyerek toplum yeniden dizayn edilmeye çalışılmış. Bunda başarılı olduklarını da itiraf etmeliyiz.

– Muhafazakâr dönüşüm: Dininde, inancında çok samimi çabalar içine girip mücadele eden insanlar olduğu gibi, hem düşünce hem de yaşam tarzıyla dinin sınırlarını zorlayanlara da şahit oluyoruz. Böyle olunca da örneğin zengin seküler tip ile muhafazakâr zengin tipinin işçi-işveren politikaları üzerine bir tez araştırması yapılsa ne iyi olur demekten kendimi alamıyorum. Müslümanlığın sekülerlik karşısında farklılıklarının sadece iş dünyası için yapılsa ortaya ne tür bir sonuç çıkar çok merak ediyorum. Ez cümle; İslamcılar İslamcılığın edebiyatını mı yapıyorlar yoksa bunun pratikteki gerçek karşılığı nedir? Hayal bozgununa uğrayacağım kesin.

– Batı toplumlarında, yaşadığı ülkeden ve insanlarından nefret edenlerle ben karşılaşmadım. Yani 30 yıla yakındır her milletten insanla konuşuyorum ama kesinlikle kendi milletine menfi bakıldığına rastlamadım. Ama gelin görün ki, Batı’dan bir adım ayağınızı dışarı atın herşey keşmekeş oluyor. İdeolojik olarak kamplaşma daha belirginleşiyor. Trafik, iş yeri, apartman, komşuluk, sıra beklemek, hastane hemen hemen bir sürü mekânlar kavga ettiriyor.

Genelleme yapıyorum, farkındayım.

Bütün faktörleri topladığımda insanın mutluluğunda ve mutsuzluğundaki en önemli belirleyici faktörün ekonomi olduğunu düşünüyorum.

İnsanın karnı doymazsa mutsuz olur, hatta imanı bile tehlikeye girebilir. Değer yargıları olmaz, edepten yoksun biri de zengin olursa şımarır, kendini bir şey zannedip caka satar. Ama sonuçta Allah’ın şu kuralı hiç değişmez:

‘Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.’ (Şura Suresi – 30. Ayet.)

Ergün Madak                —◄◄   …